27 Kasım 2017 Pazartesi

Divriği Ulucami

Sivas’ın 170 km güney doğusunda Çaltı Suyu üzerinde, Anadolu’nun dağlar ve derin vadilerle örülmüş doğasının belki de bütün tarih boyunca kolay erişilemeyen bir köşesinde sadece Anadolu-Türk sanatının değil, İslam sanatının da en önemli mimari ve taşoyma yapıtlarından biri olan Divriği Ulucamisi ve Şifahanesi vardır. Anadolu-Türk tarihinin en az tanınan ve Ortaçağın tarihsel panoramasında en az yer tutan Mengücek Beyliği’nin az bilinen kentlerinden biri olan Divriği’de Mengücek sülalesine mensup Ahmed Şah ve eşi Turan Melek tarafından yaptırılmış bu yapı UNESCO’nun dünyanın beş yüz mimari başyapıtı listesine girmiş tek Türk yapıtıdır.

Otomatik alternatif metin yok.

Bazilika Sarnıcı


İstanbul'da eskiden kalma büyük sarnıçtır. Yerebatan Sarayı adıyla anılan Bazilika Sarnıcı, İstanbul'da Ayasofya ile Cağaloğlu arasında bulunan büyük bir sarnıçtır. Günümüzde de içinde su bulunan bu büyük kapalı sarnıç, kentin su ihtiyacını karşılamak üzere îlkçağ'da yapılmıştı.



İstanbul, tarihin bütün çağlarında güçlü devletlerce hep ele geçirilmek istendiği için Bizans imparatorları kentin birçok yerinde sarnıçlar yaptırarak kuşatma sırasında halkın su ihtiyacını karşılarlardı. Yerebatan Sarnıcı, VI. yüzyılda imparator İustinianos tarafından yaptırıldı. Sarnıcın suyu 19 km uzaklıktaki Belgrat ormanından Cebeciköy Kemeri ile getiriliyordu. Sarnıç, Osmanlı devrinde de uzun süre hizmet görmüştür.

80,000 Metreküp Su

Yerebatan, oldukça büyüktür: uzunluğu 140 m, genişliği 70 m, yüksekliği 8 m. Bu boyutların içi yaklaşık olarak 80,000 metreküp demektir. Sarnıcın üstü kapalı olduğu için tavanı tutmak üzere 12 sıra halinde 4'er metre aralıkla dizilmiş 336 sütun bulunmaktadır. Sütunların boyu 8 metredir.

İstanbul'da, Yerebatan'dan başka iki önemli kapalı sarnıç daha vardır. Bunlardan biri Sultanahmet'le Çemberlitaş arasındaki çocuk parkının altında bulunan Binbirdirek Sarnıcı, diğeri Büyük Postahane'nin arkasında Acımusluk Sokağı'ndaki İsa Sarnıcı'dır. Her ikisi de bugün depo olarak kullanılmaktadır.
Otomatik alternatif metin yok.

Cancuen Sarayı

2.000 yıl önce Kuzey Guatemala'daki Cancuen Sarayı'nda oturan Maya kralları, ülkeyi buradan yönetirlerdi. Ancak Maya Krallığı M.S. 840 yılında ekonomik çöküşe bağlı olarak yıkıldığı zaman, yağmur ormanları, krallığın bulunduğu bölgenin üzerini örterek yüzyıllarca uygar dünyanın açgözlü yağmacılarından gizledi.
Otomatik alternatif metin yok.

KALE'DEKİ ULU CAMİ

KALE'DEKİ ULU CAMİ: Eser 1325 yılında Eyyubi Muciruddin Muhammed tarafından yapıldı. Tarihi kayıtlardan buranın bir kilise kalıntısı üzerinde inşa edildiği anlaşılıyor. Giriş kapısının üzerindeki kitabeden, birbirine eklenerek yapılan mekanlardan eserin birçok değişikliğe uğradığı anlaşılıyor. Halen Hasankeyf Kazıevi’nde koruma altında olan minberin yan ahşap parçalarının üzerinde ''798 (1396) senesinde yaptı'' ibaresi yer almaktadır.
Minaresi ise cami gibi kısmen harap durumdadır. Moloz taşlar ile yapılan minarenin kuzey cephesinde alçı süsleme ve alçıdan yazılmış kitabe mevcut. Bu kitabeden minarenin 927/1520 tarihinde yapıldığı anlaşılıyor .
Otomatik alternatif metin yok.

Alicin Manastırı

Otomatik alternatif metin yok.

Ankarada , Sümela manastırına benzer bir manastır ortaya çıktı .. Anadoludan bir tarih daha küllerinden doğuyor.Efsane Frig Kralı Midas'ın mezarı, Roma Hamamı gibi sınırları içerisinde birçok tarihi eseri barındıran Ankara'nın bir tarihi dokusu da Kızılcahamam'da ortaya çıktı. Ankara'yı turizm açısından daha ileriye taşıması beklenen Alicin Manastırı, Sümela'ya benzer yapısıyla dikkat çekiyor.

Trapez-Trapezus

Otomatik alternatif metin yok.

Büyük bir bölümü ayakta kalan surlar şehrin eski yapılarını oluştururlar. Bugünkü surların en eski bölümü Roma devrine MS 5. yüzyıla tarihlenmektedir. Surların daha eski safhaları hakkında tarihi kaynaklar bilgi verirler. MÖ. 5. yüzyılda şehri gören Ksenefon surların varlığından sözetmektedir. Trabzon surları Yukarı Hisar, İçkale, Orta Hisar ve Aşağı Hisar olmak üzere üç bölüme ayrılmaktadır.
Yukarı Hisar ile Orta Hisar, Kuzgun Dere ile İmaret (İskeleboz ) deresi arasındaki yüksek kaya kitlesi üzerine kurulmuştur. Bu bölüm kalenin en eski bölümünü meydana getirmekte ve kaba olarak bir yamuğa benzemektedir.
Şehrin adı bu Trapez-Trapezus yamuk şeklinden gelmektedir.

Nil Haritası

Otomatik alternatif metin yok.





1672-1673 yıllarında Nil yolculuğuna çıkan ve kuzeyden güneydeki Sudan'a kadar indiği söylenen Çelebi'nin, "Nil Haritası"nda bu gezisini anlattığı aktarılır.

Tunç Çağı

Otomatik alternatif metin yok.
Eski  olarak adlandırılan ve günümüzden 5 bin yıl öncesine ait tabakada yoğunlaştıklarını ifade eden Prof. Dr. Kulakoğlu, ”Bu tabakalarda çalışmamızın en büyük nedeni, Anadolu’nun protohistorik denilen yazıdan önceki dönemine ait bulgulara erişmekti. Çalışmalar kapsamında saray diyebileceğimiz idari fonksiyonu olan yapılar, uluslararası sistematik ilişkileri gösteren mühürler ve Anadolu’ya gönderilmiş ilk silindir mühür baskılarına ulaştık. Bu bulgular bize Anadolu’nun yazıdan önceki dönemine ait bilgiler veriyor. Tabi ki mimari kalıntılar da önemli yer tutuyor” şeklinde konuştu.

Özellikle yazıdan önceki döneme ait verilerin büyük önem arz ettiğini aktaran Prof. Dr. Kulakoğlu, şöyle devam etti:

”Zira bu dönemdeki veriler, Anadolu’da Asur Ticaret Kolonileri Çağı olarak adlandırılan dönemin öncüsü, bu dönemde Kültepe önemli bir rol oynamakta. Kültepe’de bu sene yaptığımız çalışmalar o döneme yoğunlaşmıştı. Kazılar sırasında büyük ölçekli bir yapıyla karşılaştık. Bu yapı içinde Anadolu tarihi için ilginç ve önemli buluntulara ulaştık. Bu buluntular arasında çok sayıda mühür baskıları yer alıyor. Özellikle Anadolu’da o dönemde Mezepotamya ve Suriye ile olan ticari ilişkilerini gösteren verilerin bulunması çok önemli. Bu eserler sayesinde uluslararası ilişkileri net görme imkanına sahip olabiliyoruz. Kültepe Asur Ticareti Kolonileri Çağı ile önemli. Anadolu’nun yazıyla tanıştığı dönemde, Anadolu ve Asur arasında çok sistematik bir ticaret ağı kurulmuştu. Buradaki çalışmalarla, bundan yaklaşık 500 yıl önceki dönemde de Anadolu’da kuvvetli bir ticaret ağını olduğunu görebiliyoruz. Kazı çalışmasında bulunan yaklaşık 200 eser de Kayseri Arkeoloji Müzesi’ne teslim edildi. Önümüzdeki yılda da aynı alanda çalışma yapmayı planlıyoruz.”

Kazı çalışmalarının tamamlanmasıyla birlikte restorasyon ve konservasyon (koruma önlemi) çalışmalarının da gerçekleştirildiğini anlatan Prof. Dr. Kulakoğlu, megaron adı verilen yaklaşık 500 metrekarelik yapının kalıntılarının korunması için çalışmalar gerçekleştirildiğini söyledi.

Prof. Dr. Kulakoğlu, koruma altına alınan kazı alanının kerpiçle sıvandıktan sonra jeotekstil denilen maddeyle kapanarak dış etkenlere karşı korunacağını vurguladı.

Musa Özyürek – Mustafa Demircioğlu – AA

Naram-Sin

Naram-Sin; Akad kralıdır. Akad İmparatorluğu'nun kurucusu I. Sargon'un oğludur.
Stelle ilgili olarak İstanbul Arkeoloji Müzeleri' nin web sayfasında şu bilgiler de yer almaktadır:
“Stel parçasının sağında çivi yazısıyla bir yazıt vardır ve Naram-Sin tek figür olarak işlenmiştir. Akad sanatının en belirgin özelliği olan dinamizmi bu stelde görmek mümkündür. Benzer stellerde kralların ellerinde tuttukları savaş aletleri aslında savaşta kullanılan somut aletleri değil, kraliyet otoritesini simgeler. Ayrıca bu şekilde tasvir edilen kral kendine emanet edilen halkı ve de malları bizzat koruma sorumluluğunu taşıdığını bildirir. MÖ 3. binyılda hüküm süren kral Naram-Sin kendisine "4 bölgeye barış getiren Kral" unvanını verir. Bu sıfat 4 ana yönü temsil etmekte ve Naram-Sin' in Ebla ve Elam şehirlerini yani batı ve doğuyu fethetmesinin ardından “Evrenin Kralı” olmasını simgelemektedir.
Otomatik alternatif metin yok.

Avar Sanatı

Otomatik alternatif metin yok.



Orta Avrupa’ya yerleşen Avarlar, Macaristan’da ve diğer Orta Avrupa ülkelerinde kendilerine mahsus yeni bir kültür meydana getirdiler. Avar sanatının başlıca iki özelliği vardı: Güney Rusya’daki Hun kalıntılarının tesirinde kalmıştı ve Orta Asya karakterli hayvan üslubu taşıyordu. Avar sanatı Hun sanatının birçok özelliğini taşırsa da yine de aralarında birçok fark vardı. Mesela Hun sanatında geometrik süslemeler hâkim iken Avar sanatında hayvan üslubu hakim idi. Bu çağdaki Avar sanat üslubu ile diğer Türklerin sanat üslubu arasında çok büyük benzerlik görülür. Meselâ, Macaristan’daki Avar buluntuları ile Gök-Türkler’e ait Altaylarda Katan adlı yerden çıkan buluntular, büyük bir benzerlik gösterirler. Bu durum özellikle hayvan motifleri ile süslenmiş kayış uçları, kemikten yay parçaları, üç veya iki köşeli oklar, gem, üzengi, koşum takımları v.b. gibi arkeolojik bulgularda görülmektedir. Bunlar gibi, Tanrı Dağlarında “Koçkar”, Orhun’da “Nainte-Sumi”, Kama nehri kıyısındaki “Perm” adlarında buluntu yerleri Macaristan’daki Avar buluntuları ile çok büyük benzerlikler gösterirler.

Avarlar Macaristan’daki bazı şehirleri ele geçirdikten sonra şehirlere yerleşmeye başlamışlardı ki; bunun en iyi misali Mogentina şehridir. Macaristan’daki Avarlara âit buluntu yerleri şöyle sıralanabilir:

1- Szent-Endre (602-610), 2- Pusztatotti (669-670), 3- Fönlak (613-614), 4- Kuriagota, 5- Koszthely.

Avarların mâdeni dökme tekniği de başlı başına sadece Avarlara mahsus olan bir tekniktir. Çünkü, o zamana kadar Avrupa’ya hakim olan dökme tekniği levha veya saç levha şeklinde idi. Avar tekniği ise tamamen Orta Asya menşeli hayvan üslubu tekniği idi. Dökülecek şeyler önceden ağaçlara oyulur ve dökmeler bu ağaçlarla yapılan kalıplara göre şekillendirilirdi.

Avar sanat eserlerini iki gurup hâlinde incelemek mümkündür:

1- Kayış Süsleri; ekseriyetle menteşelerle kayışlara bağlanan süsler, Avar sanatında büyük yer tutuyordu. Daha önce de söylediğimiz gibi süslemelerin menşei Orta Asya’ya dayanmakta idi. Avar kayış uçlarına nazaran çok daha ilkel olan Germen uçları süslemesiz ve basit teneke levhalardan oluşuyordu. Halbuki, Avar eserleri ise hayvan ve nebatlardan müteşekkil idi. Germen sanatında geometrik süslemeye rastlanmaz iken çiçek ve sarmaşık dalları, Avar sanatının özünü oluşturuyordu.

2- Tokalar; Avar tokalarının kayışa bağlanan yerleri düz yapılmış hayvan motifleri ile süslenmiş, bitki motifleri ise rinsolar şeklinde tertip edilmişti. Bazen de süsler yaprakların yan yana gelmesiyle meydana gelirdi. Başlıca hayvan motifleri at gövdeli, kuş başlı mahluklar, grifonlar, aslanlar ve efsanevî hayvanlardı. Tokalar şekil itibariyle üç kısımdır: çevrelerinin ön kısmı fazla basık, çevreleri fazla yüksek, köşeli olanlar şeklinde ayırt edilen, Avar tokalarının menşei de Orta Asya ve Güney Rusya’dır.

Aslında Avar kültürünün yayılma sahası çok daha geniş olup Moravya, Almanya hatta Merovjng’ler çağı Fransasına kadar uzanmaktadır.

Prof.Dr. Ahmet TAŞAĞIL

Mevlânâ Celâleddin-î Rûmî

Mevlânâ Celâleddin-î Rûmî (Rûmî adı, Anadolu'ya yerleşip orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu'ya Diyarı-ı Rum deniliyordu); "Efendimiz" manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir), dönemin İslâm kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Alîmlerin Sultânı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled'in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled'in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin'in mânevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl ona hizmet etmiştir. 1273 yılında vefat etmiştir.
Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

Moğolistan’da 2012 yılında bulunan ve Göktürk dönemine ait olduğu tespit edilen mezarın duvarından bir görüntü

Otomatik alternatif metin yok.

Hun Türklerinin Altın Tacı

Otomatik alternatif metin yok.

Hiongnu -Hun dönemine ait bir taç


Moğolistan’ın Ordos kenti yakınlarında bulunmuş olup halen Çin’in İç Moğolistan Müzesinde bulunmaktadır. Saf altın olan tacın , ağırlığı 1.3 kg olup yüksekliği 7,3 cm , bant çevresi 60 cm.dir. Tacın üst kısmında gök küreyi/dünyayı temsil eden bölüm ve bunun üzerinde kartal bulunmaktadır. Alt bölümdeki kurt, koç ve at figürleri dikkat çekmektedir.

Agrippina

Otomatik alternatif metin yok.


Roma İmparatoriçesi. İmparator Augustus'un çocuğunun torunu, İmparator Tiberius'un büyük yeğeni ve evlatlık edinilmiş torunu, İmparator Caligula'nın kız kardeşi, İmparator Claudius'un karısı ve İmparator Nero'nun annesidir.


Thomas Hooker



Thomas Hooker (5 Temmuz 1586 - 7 Temmuz 1647) Massachusetts Püriten liderleri ile muhalif sonra Connecticut Colony kurulmuş önemli bir Püriten dini ve sömürge lideri oldu. O büyük bir konuşmacı ve evrensel Hıristiyan oy hakkının bir lider olarak biliniyordu. Hooker da "Connecticut Temel Siparişler", dünyanın ilk yazılı anayasalar birini yaratarak bir rol vardı.
Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

25 Kasım 2017 Cumartesi

ÖLÜNÜN KIRK’I DUASI

Otomatik alternatif metin yok.

ÖLÜNÜN KIRK’I DUASI : Eski Türklerde “üçler” , “yediler” ve “kırklar” şeklinde kutsal sayılar vardır ancak bu sayılar genellikle mutluluk kavramıyla ilgilidir ve cenazenin yedinci, kırkıncı ve elli ikinci günleri yapılan okumalar bu eski inançlardan kalmadır. Sadece Türkler’e mahsus olan ve Araplar’da bulunmayan kırkıncı gün duası, Bizans’ın “thisera kontimeron munimosinon”u , “ilk sene-i devriye” dediğimiz birinci yıl okuması ise yine Bizans’on “etision minimosinın” udur. Anadolu’da ve Rumeli’de hüküm süren ve ölünün ruhu için dini bir şiirden ibaret bulunan mevlidin okunması da Selçuklular devrinden kalma bir kültür etkilenmesini andırır, zira Osmanlı sınırları dışındaki Müslüman toplumlarda “mevlid” kavramı yoktur.


ABD bayrağı taşıyan ilk geminin Cezayir açıklarında Osmanlı donanması tarafından ele geçiridi. Olayın belgesi, Yale Üniversitesi'nin hukuk fakültesi arşivinde ortaya çıktı. Türkçe kaleme alınan 22 maddelik anlaşma, ABD'nin iki asrı aşkın tarihinde yabancı dille imzalanan tek belge olma özelliği taşıyor.Yale Üniversitesi'nin arşivinde ortaya çıkan belgeye Başkan George Washington ve Cezayir Beylerbeyi Hasan Dayı imza koyar. Belgenin dili 'Original in Turkish' ifadesi ile baştan belirlenir. Tarihi belgenin ortaya koyduğu önemli bir husus da ABD Başkanı George Washington'ın, dönemin Sultanı Üçüncü Selim tarafından muhatap görülmemiş olması. Çünkü anlaşma Cezayir Beylerbeyi Hasan Dayı tarafından imzalanır.
Görüntünün olası içeriği: yazı

Hala Sultan

Larnaka(Güney Kıbrıs)'da bulunan Hala Sultan Türbesi
Hicretin 28. yılında, Hazret-i Osman döneminde İslam Orduları ilk deniz seferini gemilerle Kıbrıs'a yaptılar. Bu ilk deniz savaşına, bazı sahabiler ve hanımları da iştirak etmiş ve "Hala Sultan" bu seferde şehit olmuştur.
Görüntünün olası içeriği: açık hava

Ankh



Otomatik alternatif metin yok.


Fildişi levha üzerine Uzun yaşamı simgeleyen palmiye ağacından yapılmış Ankh sembolünü tutan oturmuş Tanrı heykeli (Salamis-M.Ö. Geç 8.Yüzyıl)
Kaynak: Vassos Karageorgis, The Ancient Civilization of Cyprus, New York; Cowles Education Corporation, 1969, s.183

Sultan Sencer Türbesi

Görüntünün olası içeriği: açık hava

Sultan Sencer Türbesi Sultan Sencer’in 1153’de Oğuzlara esir düşmeden önce kendisi için yaptırıp “ Ahiret evi ” anlamında “ Dar’ül ahiret ” adını verdiği bu türbe duvarında Serashlı mimar Muhammed bin Atsız’ın imzasını taşıyor. 13. yüzyılın coğrafyacısı Yakut türbenin turkuaz renkli çinilerinin bir günlük yoldan göründüğünü söylüyor. Yazık ki dış kubbenin tamamen yıkılması ile onlardan eser kalmamış. Aynı şekilde etrafında yer alan ve belki devrinin en büyük külliyesini oluşturan yapılarda zamana ve olaylara yenik düşmüşler. Son yıllarda Türkiye devleti ecdada ve tarihe olan vefasını bu türbeyi restore ettirerek göstermek istemiş ve yapının restorasyonunu 2004 yılında tamamlamıştır.” Sultan Sencer’in türbesi Türk mimarlık sanatının eşsiz örneklerindendir. Türbenin yapımında kullanılan metod Avrupa’da ancak 300 yıl sonra kavranılmış ve uygulama alanına koyulabilmiştir. Yani Sultan Sencer’in türbesinde kullanılan yöntem 300 yıl sonra Rönesans mimarı Flippo Brunellesko tarafından “ Santa Maria” kulesinin yapımında kullanılmıştır.Kaynak:

-Dr. Güçmurat Soltanmurat: Bilig. – Eski Merv Çevresine Kültür Felsefesi
Açısından Bir Bakış
– Doç. Dr. Yüksel Sayan- Merv Seyahati


Nasreddin Hoca

“Nasreddin Hoca’yı tanımayan var mı?” diye bir soru soramayız. Çünkü herkes en azından onunla ilgili bir fıkra duymuştur. Ama bu kadar yakınımızda olan bir kişiliği gerçekten tanıyor muyuz? Burası biraz kuşkulu. Ezbere bildiğimizi düşündüğümüz bu bilge insanı pek de iyi tanımıyor olabiliriz. Onu daha iyi tanımak için aşağıdaki satırlara göz atabilirsiniz. Muhtemelen sizi şaşırtacak bazı gerçeklerle karşılaşacaksınız. İyi okumalar…

İyi bildiğimi varsaydığım konular olabiliyor. Ama bunlar karşısında bile zaman zaman bilimsel kuşkuculuğu elden bırakmamaya çalışıyorum. Nasreddin Hoca konusunda bir makale yazmam istediğinde, bu alışkanlığımla zihnimde oluşmuş Hoca imajının gerçeği yansıtıp yansıtmadığını sorgulamak istedim. Hızlı sayılabilecek bir araştırma yaptım. Gördüm ki; Nasreddin Hoca gerçeği, günlük yaşamda bize yansıyandan –en azından bana yansımış olandan– hayli farklı.

Sadece gülmecelerle yetinirseniz, Nasreddin Hoca aklınıza bir ortaoyunu karakteri gibi kazınıyor. İnsanları güldürmeyi hedefleyen, zeki ama düşünsel anlamda fazla derinliği olmayan sıradan bir adam gibi… Özellikle ‘adam’ diyorum çünkü ona yüklenen anlam, bir yerde de egemen erkek dünyasının simgesi olarak kullanılıyor.

Nasreddin Hoca gerçeğinin derinliklerine inildiğinde; bir tarih karışıklığı ve yanılsaması ile karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin Moğol İmparatoru Timur ile çağdaş olmamasına rağmen onunla görüştüğüne dair hikâyeler mevcut. Yine Hoca’nın kendi çağdaşları olan kişilerle ilgili hikâyelerinin de açımsanmaya ihtiyacı var. Hoca’nın gerçek yaşam öyküsü açısından bakıldığında; farklı Nasreddin’lerin –Yunus Emre’de olduğu gibi– iç içe geçmiş ve birbirine karışmış olma ihtimali yüksek. Mevlana’nın Mesnevi’sinde Nasreddin Hoca’ya yakıştırılan bazı olaylardan söz edilmesi –konuya ilişkin bazı çalışmalar olmasına rağmen– açıklanmaya ihtiyaç duyulan bir durum.

İlginç bir gözlemimi aktarmak isterim. Nasreddin Hoca ile Mevlâna’yı aynı tarih diliminde ele alıp yorum yapan çalışmalar var. Bunlar; Nasreddin Hoca’ya mal edilen ama aynı zamanda Mevlana’nın çalışmalarında yer alan bazı nüktelerden ve hikâyelerden örnekler veriyorlar. İlginç olan şu ki; bu hikâyeleri bağlantısız okuduğumuzda bir yorum, Nasreddin Hoca ile eklemleyerek okuduğumuzda farklı bir yorum yapabiliyoruz. Bu durum, bize yazılı ve sözlü kültürü içinde yer aldığı tarihten kopuk düşünmememiz gerçeğine götürüyor.

Bu arada 13’üncü yüzyıldan bu yana pek çok fıkra veya gülünç olay, Nasreddin Hoca’ya mal edilmiş. Hatta öyle fıkralar var ki; dünyanın başka köşelerinde başka isimlerle dile getiriliyor. Yakına gelirsek; örneğin İran’ın Meşhedi’si ile çakışan nüktelerle karşılaşmak da mümkün. Anadolu’da yaşayan insanlar gülünç veya ders alınması gereken olayları, bir anlamda içselleştirerek Nasreddin Hoca’ya eklemlemişler. Bu durum, dünyanın herhangi bir noktasında olabilen alışılmış kültürel olgulardan birisi; ama diğer yandan Nasreddin Hoca gerçeğinin tarihsel olarak bulanıklaşmasına neden oluyor.

Her çağda ve her yönetim biçiminde egemen olan bir ideoloji veya söylem söz konusu oluyor. Egemen ideolojinin baskınlığı oranında toplumun değer ve anlamları da bundan etkileniyor. Örneklemek gerekirse; devlet, Nasreddin Hoca’nın kendi ideolojisine göre şekillenmesi için bir tanımlayıcı ve denetleyici unsur oluyor. Bir yanda halkın kendi Nasreddin Hoca’sı varken diğer yandan devlet kendi yaklaşımını yansıtan “majestelerinin Nasreddin Hoca’sını” yaratıyor.

Anadolu’nun tarihine baktığımızda; dinin devletle fazlasıyla iç içe olduğunu görüyoruz. Bu açıdan Cumhuriyet öncesi ve sonrası fazla farklılık göstermiyor. Dolayısıyla resmî ideolojinin bir parçası olmuş Sünni İslamcı yorum biçiminden Nasreddin Hoca da kendi payına düşeni alıyor. Tarihten ve toplumdan koparılarak öyle bir Hoca yorumu yapılıyor ki; tarih araştırmalarında böyle bir gerçek kişiye rastlamak mümkün olmuyor. Hele halkın yer yer Hoca’yı bir evliyaya dönüştürmüş olması ise konuyu daha da zorlaştırıyor.

Açıkçası; Hoca Nasreddin’i kendi istediğimiz kişi olmaya zorlayarak ona haksızlık yapıyoruz. Görünene inanma kolaycılığından ve Hoca’yı kendi istediğimiz kişi yapmaya çalışma kötü huyundan vazgeçip gerçekleri araştırmaya ve bulup gün ışığına çıkarmaya ihtiyacımız var.

Nasreddin Hoca - Sivrihisar
Sivrihisar'daki Nasreddin Hoca heykeli

Her yılın Haziran ayında –ağırlıklı olarak– Eskişehir’in Sivrihisar İlçesi Nasreddin Hoca Beldesi’nde “Nasreddin Hoca Doğum Şenlikleri” gerçekleşir.. Giderek geleneksel bir hal alan bu şenlikler, Nasreddin Hoca’yı Anma Haftası kapsamında yapılıyor.

Kitapçılarda, kütüphanelerde veya internet ortamında Nasreddin Hoca konusunda bir araştırma yaptığınızda; büyük oranda fıkra ve komik hikâyelerle karşılaşıyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında Nasreddin Hoca’nın Karadenizli Temel fıkralarına indirgenmiş bir hali var. Sanki Hoca’nın tarihî kişilik olan yanı unutulmuş gibi.

Internet ortamında kitap satışı yapan sitelerde bir araştırma yaptım. Amacım, Nasreddin Hoca hakkında yazılmış ne tür kitaplar bulunduğunu öğrenmeye çalışmaktı. Piyasada bulunabilen kitapların büyük bir bölümünün sadece fıkraların sıralanmasından oluştuğunu gözledim. Hoca’nın gerçek yaşamını araştıran, onun yaşadığı çağ ve sosyal düzenle ilişki kurarak varoluş şartlarını inceleyen çalışmalara rastlamadım.

Nasreddin Hoca hakkında yapılmış pek çok çalışma ise başlangıç noktası olarak onun fıkralarını alıyor. Hâlbuki Hoca fıkralarının gerçek tarihine inildiğinde; bunların bir kısmının Sivrihisar’ın Hortu Köyü’nde doğup yaşamını Akşehir’de sürdürmüş olan Nasreddin’e ait olmadığı anlaşılıyor. Bu nedenle fıkralardan yola çıkılarak yapılan araştırmalar Nasreddin’i konu almaktan daha çok, Anadolu mizah kültürüne odaklanmış oluyor. Dolayısıyla fıkralardan başlayarak yapılan çalışmaların, gerçek anlamda ne denli Hoca’yı ele aldığı sorgulanabilir.

Internet ortamında yaptığım bilimsel makale araştırmasında da farklı bir duruma rastlamadım. Öyle anlaşılıyor ki; bilimsel tarih çalışmaları henüz Nasreddin Hoca’ya vermesi gereken değer ve önemi esirgemeye devam ediyor. Gerek sanat tarihi ve arkeoloji, gerekse sosyal ve siyasal tarih bağlamında yapılmış olan az sayıdaki çalışmalara saygımı ve takdirimi ifade ederken, Hoca’nın şu an olandan daha fazla araştırılmaya ihtiyaç olduğunu ifade etmek isterim. Nasreddin Hoca konusunda halk bilimi ve edebiyat alanlarının ötesinde de –özellikle tarih alanında– araştırılmasına gerek var. Hele ki; Nasreddin Hoca’nın doğduğu yer olan Eskişehir’deki üniversitelere bu konuda ciddi görevler düşüyor.

Hoca’nın gerçek tarihî kişiliği, açıklıkla ortaya konulmadığı sürece onun kişiliği konusunda çok farklı yorumların ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelir. Bir kısım yaklaşımlar onu sadece komik bir Anadolu insanı olarak tanımlarken başkaları onu Yunus Emre veya Hacı Bektaş Veli ile evliya imiş gibi eşleyiverir. Bu tür tarihî, kültürel veya sosyal yanlışlara savrulmamanın yolu Hoca’nın içinde yer aldığı dönem ve toplum açısından doğru biçimde ortaya konmasıdır. Nasreddin Hoca, komik bir insan olmaktan daha değerli bir kültürel varlıktır.

Her yıl haziran ayı başında Hoca’nın anılmasını önemli buluyorum. Ama anma programına baktığımda; beklediğim zenginliği görebildiğimi de söyleyemem; çünkü Nasreddin Hoca, Eskişehir’in en önemli kültürel varlıklarından birisidir. Bu nedenle onun anılması fıkra dramatizasyonundan, halk oyunları gösterisinden ya da pilav ikramından, sayısal ve çeşitlilik olarak çok daha fazla etkinlik ve canlılık içermesi gerekir.

Bundan sonraki anma programlarında bilimsel konferanslar, konuyla ilgili belgesel gösterimleri, bu alanda çalışma yapanlara yönelik ödül törenleri, bu hafta içinde dağıtımı yapılacak kitap ve broşürler, hediyelik eşya yarışmaları ile yaygın medyada gösterime sunulacak tv programları olmasını ümit etmek istiyorum. Eskişehir Valiliği, yerel yönetimler, üniversiteler, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları, yerel medya ve araştırmacıların daha kapsamlı çalışmalar yapmasına ihtiyaç var.

Nasreddin Hoca kimdirKaç Nasreddin Geçti Bu Dünyadan?

Nasreddin Hoca, kültürümüzün en önemli halk figürlerinden birisidir. Yeterli yazılı kaynağın olmadığı bir dönemde yaşamış olan Nasreddin Hoca’nın hayatı hakkında farklı söylentiler olmasını olağan karşılamak gerekir. Muhtemelen onun yaşam öyküsü, başkalarınınki ile karışmış olabilir. Ama kesin olan şu ki; Nasreddin Hoca figürünü bunların tamamı oluşturmaktadır. Günümüzde yönetim kültürü kitaplarında bile Nasreddin Hoca’dan söz ediliyor olması, onun gücünü ve benimsenmişliğini ifade eder.

Yazılı hale gelmiş ilk Nasreddin Hoca hikâyesi Sarı Saltuk’un yaşamını anlatan Saltukname’de yer almaktadır. Saltukname, Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan’a 1480 yılında Ebu’l Hayr Rumî’nin sunduğu bir derlemedir. Bu eserde Anadolu’dan ve Rumeli’nden derlenen menkıbe ve rivayetler yer almaktadır. O dönem toplumunun bazı sosyal, kültürel ve dinî özelliklerinin yansıtıldığı Saltukname’de Sarı Saltuk’un Nasreddin Hoca’yı Sivrihisar’da ziyaret etmesinden söz edilmektedir.

Sivrihisar ve Akşehir’de yaşamış olan Nasreddin Hoca’nın yaşamının 13’üncü yüzyıla (1208-1284) tarihlendiğine bakılırsa, Saltukname’de verilen bilgiyi doğruluk açısından en muhtemel olarak kabul etmek gerekir. Daha sonraki dönemlerde Nasreddin Hoca’nın yaşam öyküsünün, hikâyelerinin ve fıkralarının değişime uğramış olması olasılığı daha yüksektir.

Bu karışıklıklar açısından bir örnek verebiliriz. Örneğin Hoca’nın Timur’un liderliğindeki Moğolların Anadolu’yu işgali ve Hoca’nın Timur’la görüştüğüne dair ünlü ‘filli fıkra’ bu konuda önemli bir veridir. Timur’un 14’üncü yüzyılda (1336-1406) yaşadığı düşünüldüğünde; bizim bilip tanıdığımız Nasreddin Hoca ile çağdaş olması mümkün değildir. ‘Filli fıkra’ türünde hikâyeler ya sonradan üretilmiş ya da başka kişiler Nasreddin Hoca ile karıştırılmıştır. Bugün Türkî cumhuriyetlerin bulunduğu bölgede Nasreddin Hoca hikâye ve fıkralarının yaygınlığına bakılırsa; Timur ile çağdaş olan bir başka Nasreddin olması da muhtemeldir.

Diğer yandan Nasreddin Hoca’nın Mevlana Celaleddin Rumî (1207-1273) ile tanışıp görüştüğüne dair rivayetler de mevcuttur. Mevlana’nın Nasreddin Hoca ile çağdaş olması ve yaşamının bir bölümünü Akşehir’de geçirmiş olması nedeniyle bu eşleme, akla yakın gelebilir. Mevlana ile anılan Nasreddin Hoca’nın, ismi günümüze değişerek gelmiş bir başka kişi olduğunu iddia edenler de var.

Özetle; Nasreddin Hoca konusunda çalışma yaparken yukarıda kısaca özetlediğim karışıklıklar konusunda dikkatli olmak gerekli. Halk kültürünün doğası gereği içerdiği karmaşa ve anakronizm nedeniyle hızla tuhaflıklara savrulmak mümkündür.

Nasreddin HocaNasreddin Hoca’nın Yaşam Öyküsü

Nasreddin Hoca, günümüzde kendi adıyla anılan Sivrihisar’ın Hortu Köyü’nde 1208 ylında doğdu, 1284 yılında Akşehir’de öldü. Mevcut bilgilere göre; babası Hortu Köyü imamı Abdullah Efendi, annesi ise yine aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Kendisi ile ilgili söylenip yazılanlarda yaşamının Selçuklular dönemine denk düştüğü anlaşılmaktadır. Yaşadığı çağda Sivrihisar bölgesi Anadolu Selçukları ile Bizans arasında sınırı oluşturmaktadır. Bilindiği kadarı ile Nasreddin Hoca; Selçuklu hükümdarlarından Alâeddin Keykubat I, Gıyaseddin Keyhüsrev II, Kılıç Arslan IV ve Gıyaseddin Keyhüsrev III dönemlerine tanıklık etmiştir.

İlk eğitimini babası Abdullah Efendi’den almıştır. Babasının ölümü üzerine Nasreddin Hoca’nın onun yerine imam olduğu söylenir. Yine bir rivayete göre Sivrihisar’da medrese eğitimi gördüğü ve babasının ölümü üzerine köye dönerek imam olduğu ifade edilmektedir. Söylentilerin doğruluğu konusunda kuşkular olabilse de; edinilen izlenim, Hoca’nın gençliğinde dinî eğitim aldığı yönündedir.

Nasreddin Hoca’nın Akşehir’e göçü öncesinde medresede ders okuttuğu ve Sivrihisar’da kadılık görevinde bulunduğu rivayet edilmektedir. Bu hizmetlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce isminin verildiği, zamanla bunun Nasreddin Hoca’ya dönüştüğü söylenir.

Babasının ölümünden sonra bir süre devam ettirdiği imamlığı Cılız Mehmed olarak bilinen birisine bırakarak 1237’de Akşehir’e göçtüğü ve Seyyid Mahmud Hayranî’nin derslerini dinlediği ve onun dervişi olduğu ifade edilmektedir. Yine bu dönemde Seyyid Hacı İbrahim’in derslerini dinlediği de söylenir. Gerek Seyyid Mahmud Hayranî gerekse Seyyid Hacı İbrahim, yaşadıkları çağın önemli din bilginleridir. Akşehir’de Seyyid Mahmud Hayranî’ye ait 1257 tarihli ve Seyyid Hacı İbrahim’e ait 1266 tarihli vakfiyelerde tanık olarak Nasreddin Hoca’nın imzası mevcuttur.

Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’dan ayrıldığı zamana ilişkin hoş bir hikâye anlatılır. O tarihte Sivrihisar kale dizdarı (kaleden sorumlu komutan) Alişar Bey’dir. Nasreddin Hoca’nın da tavsiyeleriyle Alişar Bey, Konya’dan Tuğrul Efendi’yi Sivrihisar’a getirir. Tuğrul Efendi’nin vaazları Hoca da dâhil olmak üzere Konya ve Akşehir din ve ilim çevresi konusunda bir çekicilik uyandırır. Sonunda Nasreddin Hoca Konya’ya gitmeye karar verir. Nasreddin Hoca Sivrihisar’dan ayrılırken Alişar Bey kendisine şöyle seslenir: “Sen bu işi önceden kurdun. Kendi yerini dolduracak Tuğrul Efendi’yi bana buldurdun. Şimdi de gidiyorsun.” O an Nasreddin Hoca, eşeğini durdurur ve semere ters oturur, şöyle der: “Gidiyorum ama gözüm üzerinizdedir.” Sonuçta Hoca’nın yolu sırayla Emirdağ – Afyon – Bolvadin üzerinden Akşehir’e ulaşır.

Nasreddin Hoca Sivrihisar ve Akşehir’de imamlık, hatiplik, vaizlik, müezzinlik, müderrislik ve kadılık gibi işlerle ilgilenmiştir. Geçimini sağlamak amacıyla çiftçilik, bahçıvanlık ve pazarcılık yaptığı söylenir. Hoca, 1284 yılında 76 yaşında Akşehir’de öldü.

Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’dan ayrıldıktan sonra ölümüne kadar olan yaşamı yeterince açıklığa kavuşturulmuş değil. Aynı ya da yakın dönemlerde yaşamış başka Nasreddin’lerle karıştırılıyor olması muhtemel. Bu nedenle “Kaç Nasreddin Geçti Bu Dünyadan?” gibi bir soruyu sormayı seçiyorum. Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar sonrası yaşamına ilişkin daha fazla bilimsel çalışmaya ihtiyaç var.

Şeyyad Hamza
Şeyyad Hamza - 13. Yüzyıl - Sufi ve Şair - Akşehir ve Sivrihisar

Nasreddin Hoca’yla ilişkilendirilen pek çok hikâye ve fıkra anlatılır. Bunların pek çoğunu daha çocukluğumuzdan beri duyar, okur ve aktarırız. Bu küçük öykülerden pek azı yer ve tarih içerir. Pek çok fıkranın hangi zamanda ve ortamda geçtiği belli değildir. Ama Hoca’nın çağdaşı olduğu bilinen bazı hikâyelerinin özel değeri vardır.

Hoca’nın en ilginç öykülerinden birisi Şeyyad Hamza isimli bir kişiyle ilgili olanıdır. Bu hikayede söz edilen Şeyyad Hamza’nın 13’üncü yüzyılda yaşamış olan Sivrihisar – Akşehir yörelerinde yaşamış –aruzla yazmış– sufi şair Şeyyad Hamza olma olasılığı yüksektir. Fıkrada anlatılan olay doğru olmasa bile; zaman ve mekân uygunluğu açısından ilginç bir yakıştırmadır. Her sanatçının sıradan insanlara göre farklı özelliklere sahip olması konusu hatırlanırsa; Nasreddin Hoca ile Şeyyad Hamza arasında rekabeti hatırlatan böyle bir olayın geçmesi de olağan karşılanmalıdır.

Rivayet edilir ki; Şeyyad Hamza bir gün topluluk içinde Hoca’yı aşağılamak için “Behey Hoca; senin bu halin nedir? Sen bu âleme maskaralık etmeye mi geldin?” Hoca kızmamaya çalışarak şöyle cevaplar: “Er olana bir marifet yeter.” Bu cevap Şeyyad Hamza’yı ateşlemek için yetmiştir. Hoca’ya cevap vermek üzere hemen atılır: “Benim hünerlerim pek çoktur; kemalimin sonu, sınırı yoktur. Örneğin her gece maddeler dünyasından geçer, göğün sınırına kadar uçarım. Oradan aşağıya el sallar, yedi kat göğün katlarında ne varsa görürüm.” Hoca sükûnetle şöyle bir soru ile karşılık verir: “Pekala; orada sallamak üzere elini uzattığında, hiç eline samur gibi nazik ve yumuşak bir şey dokunur mu?” Şeyyad Hamza gökte bulunuşunu doğrularcasına heybetle “Evet” diye cevap verir. Şeyyad Hamza’yı oyuna getiren Nasreddin Hoca taşı gediğine koyar: “Behey ahmak! O eline değen şey, benim eşeğimin kuyruğudur.”

Nasreddin HocaNasreddin Hoca ‘yı Nasıl Anmak İcap Eder?

Hiç kuşkusuz; Nasreddin Hoca’nın tarihî kişiliği önemlidir. Ama ondan önemlisi, onun kıssadan hisse ders veren bir öğretmen oluşudur. Bu özelliği ile daha uzun zaman toplumun hiza göstericisi olarak yer alacağı kanaatindeyim. Örneğin günümüzde onun ismini ve ruhunu taşıyan yönetim kültürü kitaplarının yazılmasının altındaki ana fikir budur.

Bu nedenle Nasreddin Hoca konusunda yaşadığı dönemle veya ona ilişkilendirilerek anlatılan olaylarla yetinmemek gerekir. O ince düşünmenin, ayrıntılara dikkat etmenin, yaşamın gerçek anlamını gözden kaçırmamanın hatırlatıcısıdır. Güldürü ile yaşamı olumlu yönden eleştirmenin ve değerlendirmenin simgesidir.

Mevlana ve NasreddinNasreddin Hoca ve Mevlânâ

Van’ın Saray Köyü’nde doğan Prof. Dr. Mikail Bayram, ilahiyat kökenli bir Ortaçağ tarihçisidir. Selçuklu tarihi konusunda uzmandır. Arapça, Farsça ve Osmanlıca’yı iyi derecede bilir. Geçtiğimiz yıllarda Konya Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümü’nden –yaş haddi nedeniyle– emekli olmuştur. Bayram, özellikle Mevlânâ ve Ahi Evren konusundaki iddialı tezleri nedeniyle 2000’li yılların başından itibaren medyada gündem olmuştur. Tüm uzmanlığına ve dikkati değer tezlerine karşın iddiaları konusunda doyurucu cevaplar verilemediği ve sıradan yadsımalarla geçiştirilmeye çalışıldığı da bir başka gerçektir.

Prof. Bayram’ın tezleri arasında Ahilik’in kurucusu olan Ahi Evren ile Nasreddin Hoca’nın aynı kişi olduğu önemli bir yer tutar. Yine Mevlânâ ile Ahi Evren arasındaki husumete ilişkin ciddi ipuçları ve kanıtlar sunmaktadır. Bu yaklaşımını –pek çok ilişkili çalışması olmakla birlikte- kendisinin en önemli eserlerinden birisi olan “Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren – Mevlânâ Mücadelesi” isimli kitabında bulmak mümkündür. Bu çalışmada Mevlânâ ve arkadaşı Şems-i Tebrizî ile Mevlânâ’nın oğlu Alaaddin Çelebi ve Ahi Evren (Hace Nasirü’d din Mahmud; bir başka deyişle Mikail Bayram’a göre Nasreddin Hoca) arasındaki çatışma sürecini anlatır.

Mikail Bayram bir söyleşisinde konuyu şöyle özetler: “Alaaddin Çelebi ile Şems-i Tebrizî arasındaki bu muhalefet üzerine Alaaddin Çelebi’nin, Şems-i Tebrizî’nin muhalifleri olan Ahiler arasında yer aldığı anlaşılmaktadır. [Alaaddin Çelebi,] Ahi Evren Hace Nasreddin’in talebesi olmuştur. […] Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesinden kısa bir süre sonra Ahi Evren Hace Nasreddin ve Alaaddin Çelebi Kırşehir’e göç ettiler. 1261 yılında Anadolu’nun birçok vilayetinde Moğollara karşı ayaklanmalar baş gösterdi. Kırşehir’de de Ahi Evren ve arkadaşları ayaklanma başlattılar.”

Bu noktada Bayram’ın söyleşisine ara verip size Eskişehir’le ilintili bir ismi hatırlatmak istiyorum: Cacaoğlu Nureddin. Bu şahıs, 13’üncü yüzyılda Eskişehir Emiri olan Moğol komutanıdır. Moğollara karşı isyanın başladığı anda Eskişehir’dedir. 1272 yılında kaleme alınmış Arapça – Moğolca Vakfiyesi ile ilgili çalışmalardan, Eskişehir ve civarında bir cami yaptırdığını, 17 cami ile 1 zaviyeyi tamir ettirdiğini ve bunların yaşaması için mülk vakfettiğini öğreniyoruz. 13’üncü yüzyılda ve sonrasında birkaç kez tamir gören camilerden birisi de bugün yenilenmiş olarak hizmet vermeye devam eden Eskişehir Alaaddin Camii’dir.

Söyleşide Mikail Bayram bir başka soruya cevaben şunları söylüyor: “Bu ayaklanmayı bastırmak üzere Mevlânâ’nın müridi ve Moğol asıllı Cacaoğlu Nureddin Kırşehir’e gönderildi. Nureddin Caca, Kırşehir’e gitmeden önce Mevlânâ ile bir görüşme yaptı. Tam bu sırada Mevlânâ’nın oğlu Alaaddin Çelebi’ye iki mektup yazdığını ve onu aile ocağına dönmeye ikna etmeye çalıştığını görüyoruz. Cacaoğlu Nureddin buradaki ayaklanmayı bastırarak isyancıların tamamını kılıçtan geçirdi. Burada Ahi Evren Hace Nasreddin ve Mevlânâ’nın oğlu Alaaddin Çelebi’nin de öldürüldükleri anlaşılmaktadır. Cacaoğlu Nureddin, […] Alaaddin Çelebi’nin cenazesini de Konya’ya getirmiş olmalı ki, Alaaddin Çelebi’nin cenaze namazının kılınması söz konusu olmuştur. […] Mevlânâ ısrarlara rağmen oğlunun cenaze namazını kılmamıştır.”

Buraya kadar özetlemeye çalıştığım hikâye, bu konuyla ilgili olaylar manzumesinin sadece bir parçası. Geriye bir dizi soru kalıyor. 1208’de Sivrihisar’ın Hortu Köyü’nde doğup daha sonra Akşehir’e doğru yola çıkan Nasreddin Hoca ile Ahi Evren’le eşlenen kişi aynı hoca mıdır? Yoksa birden fazla gerçek kişilik birbirine mi karışmıştır? Gerçek Nasreddin Hoca nasıl olup da bir folklorik tipe dönüşmüştür? Mevlânâ’nın eserlerinde –bugün Nasreddin Hoca ile eşlenerek anlatılan– fıkraların varlığının anlamı ve açıklaması nedir? Saltukname’de anılan Hoca kimdir? Çağdaş olmadıkları halde Hoca’nın Timur’la birlikte anılmasının nedenleri nelerdir?

Kanımca; Nasreddin Hoca’yı sadece bir ‘komik halk kahramanı’ tipine dönüştürerek ona haksızlık ediyoruz. Hoca’yı daha iyi tanımak için daha fazla araştırmaya ihtiyaç var.

Nasreddin HocaHoca’dan Fıkralar

Bildiğimiz Nasreddin Hoca fıkraları ve hikâyeleri pek bilindiktir. Ders verici bile olsalar fazlaca anlatıldığından olması gereken etkiyi yaratmayabilirler. Hâlbuki Anadolu gülmece edebiyatı pek çok Nasreddin Hoca fıkrasına sahiptir. Bunları yeterince dillendirmiyoruz. Önceki yüzyıllarda kaleme alınmış bazı kaynaklardan az bilinen birkaç tanesini (günümüz Türkçesine uyarlayarak) aktarmak isterim. Böylece Eskişehir’in bilge Hoca’sını bir kez daha sevgi ve saygıyla anmış oluruz.

Nasreddin Hoca, bir iş için Bursa’ya gitmiş. Çarşıda bir çuha şalvarı beğenmiş, pazarlık etmiş ve sardırmış. Parasını verip alıp gideceği sırada giymekte olduğu kendi şalvarının pek de eski olmadığı kanaatine varmış. Şalvar yerine hafif bir cübbe almasının daha uygun olacağına karar vermiş. Dükkâncıya “Şalvar alacaktım ama vazgeçtim. Onun yerine aynı değerde bir cübbe ver” demiş. Dükkân sahibi para olarak eşdeğer bir cübbe bulup Hoca’ya vermiş.

Hoca cübbeyi alıp dükkândan çıkarken dükkâncı “Hoca efendi, para vermedin” demiş. Hoca, “Sen de bir tuhafsın adam! Onun yerine şalvarı bıraktım ya” diye cevaplamış. Dükkâncı şaşkınlıkla “Canım efendim; şalvara para vermedin ki!” deyince Hoca daha da şaşırmış halde “Fesüphanallah! Bu Bursalılar ne tuhaf adamlar… Şalvarı almadım ki, para vereyim!” demiş.

Nasreddin Hoca fıkralarının folklorik yorumunda Sivrihisarlıların zeki, komik ama biraz tuhaf halleri olduğundan söz edilir. Bu yorum, eski zamanlarda yazılmış kitaplarda da yer alır. Hatta sonradan üretilmiş Hoca fıkralarının bir bölümünün teması budur. Yukarıda aktardığım fıkrada ise sanki Hoca, Bursalılara bir gönderme yapıyor gibi.

Hoca’nın bazı hikâyeleri ve fıkraları var ki; bunlarda komiklik unsurundan daha çok, bir eleştiri daha belirgindir. Bu tür Hoca hikâyelerini bir komik fıkra gibi değil de; ders niteliğinde bir atasözü olarak anlamak daha uygun olur.

Nasreddin Hoca bir köyün ağasına misafir olur. Yemekte ağa Hoca’ya sorar: “Hoca! Padişah mı büyük yoksa çiftçi mi?” Hoca yemekten başını kaldırır ve cevap verir: “Elbette çiftçi büyük. Çiftçi buğday vermese padişah acısından ölür.”

Mevcut bilgilere göre; Nasreddin Hoca 1208-1284 yılları arasında ünlü Moğol İmparatoru Timur ise 1336-1408 tarih diliminde yaşamıştır. Bir başka deyişle Hoca ile -Timurlenk olarak tanıdığımız- Timur çağdaş değillerdir. Timur ünlü bir komutan olduğundan çoktan Nasreddin Hoca hikâyeleri dilden dile dolaşmaya başlamıştı. Fakat Anadolu halkı, Timur’un Anadolu’da yarattığı baskı ve zulmün karşısına Hoca’nın zekâsını ve bilgeliğini koymayı sever.

Nasreddin Hoca bir gün Timur’un huzuruna varıp büyük bir olgunluk ve cesaretle Akşehir Beldesi adına bazıları hayli ağır olan isteklerde bulunur. Timur bu istekler karşısında ateş püskürür: “Sen benim gibi büyük, görkemli, başarılı bir Dünya hakanı karşısında böyle isteklerde bulunabiliyorsun?” Hoca bilinen sakinliği ile “Sen büyüksen biz de küçüğüz” der.

3-10 Haziran arasında Nasreddin Hoca’nın Eskişehir Sivrihisar İlçesi Hortu (şimdi Nasrettin Hoca) Köyü’nde doğumu şenlikleri yapılıyor. Dolayısıyla Hoca’yı Sivrihisar’la birlikte anarak bitirelim.

Nasreddin Hoca bir gün Sivrihisar’da camide minbere çıkıp vaaz verip nasihat ederken “Ey cemaat! Şükredin ki, devenin kanatları yok. Eğer kanadı olsaydı, uçup bacalarımıza konup yıkardı” demiş.

Söz dahi burada tamam oldu.
Gürcan Banger

Otomatik alternatif metin yok.


İskenderiyeli Hypatia


Yalnızca kadın olduğu için katledilen yetenekli bilim insani İskenderiyeli Hypatia

Yunan filozof, matematikçi ve astronomdur.M.S 370 yılında İskenderiye’de doğdu. Babası Theon, İskenderiye Üniversitesi’nde matematik hocası ve yöneticisi idi.Hypatia’nın yaşadığı dönemde, İskenderiye Roma’nın bir eyaletiydi. İskenderiye’nin en önemli özelliği ve ünü ise müzesi ve kütüphanesine aitti. Hypatia, Atina’da eğitimini tamamladıktan sonra İskenderiye’ye döndü ve buradaki okulun başına geçti. Platon’un fikirlerini benimsedi. Hatta Platon, Aristo ve Suda gibi filozoflar hakkında İskenderiye’de halka açık dersler verdi. ypatia, matematik ve astronomi ilgili kitaplar da yazdı. Bu eserlerinden birinin adı “astronomik kanun”’dur.Eğer Hypatia ve Theon olmasaydı Batlamyus (Ptolomy), Öklid ve diğer Yunanlı matematikçilerin eserleri günümüze ulaşmayacaktı. Kendisi ve babası Batlamyus’un astronomi kitaplarını düzenlediler ve yorumladılar. Ortaya çıkardıkları, canlandırdıkları bilgileri, öğrencilerine aktardılar.Socrates, Scholasticus, Damascius’ın yazıları ve Suda ansiklopedisinden oluşan eski kaynaklara göre Hypatia vali Orestes’in yakın arkadaşıydı ve Hristiyanlar, Orestes ve Cyril’in uzlaşamamasının arkasındaki en büyük nedenin Hypatia olduğunu düşünüyorlardı. Ayrıca, Cyril’in de içinde bulunduğu birçok insan, Hypatia’nın entellektüel yeteneklerini ve zengin, soylu çevreler arasındaki ününü kıskanıyordu. Zira, Vali Orestes’le beraber bir çok soylu ve zengin kişi, o dönemde Hypatia’nın felsefe ve matematik derslerini takip ediyordu. Tarihçiler tarafından Hypatia’nın ölüm emrinin Cyril tarafından verildiğine kesin kanaat getirilemese de, gerçek olan, Cyril ve yandaşlarının cinayete varacak denli uç noktada olan bu politik iklime seyirci kaldığı ve dolayısıyla cinayeti engellemediğidir. Cinayetin ertesinde de Cyril azizlik mertebesibe yükseltilmiştir. Hypatia’nın cinayetinin ayrıntılarını kesin olarak bilemesek de, bu cinayetin ardındaki itici gücün politik olduğu bu bakımdan su götürmez bir gerçektir. Aynı zamanda Hypatia’nın cinayeti, İskenderiye’deki Hristiyan kilisesi ve Paganlar arasında savaş çanlarının çaldığının bir alametiydi. Socrates Scholasticus bu cinayeti şöyle tasvir etmektedir: ”Hypatia’yı iki tekerlekli bir at arabasından zor kullanarak indirdiler, Caesarium adını verdikleri kiliseye götürdüler ve şiddet kullanarak soydular. Sonra yüzünü tahrip ettiler ve son nefesini verene kadar ellerindeki keskin deniz kabuklarıyla vucüdunu parçaladılar. Sonra bedenini dört parçaya ayırdılar ve bu dört parçayı Cinaron diye adlandırdıkları yere götürdükten sonra yakıp kül ettiler.” Damascius, Scholasticus’a söylediklerine şunu eklemiştir: “Hypatia’nın gözlerini çıkararak kör ettiler.”Yıllar sonra babasından öğrendiklerine kendi kendine öğrendiklerini de katıp şunları yazdı:“Masallar masal diye, efsaneler efsane diye anlatılmalıdır. Boş inançları gerçek diye öğretmekten daha korkunç bir şey olamaz. Çocuk aklı bunları kabul eder ve çocuk yanlış şeylere inanır. Bu yanlış inançlardan arınmak çok zor olur, uzun yıllar alır. İnsanlar boş inançlara bir gerçekmiş gibi inanıp uğruna dövüşürler. Hatta boş inançlar uğruna daha fazla dövüşürler çünkü boş inanç öylesine elle tutulmazdır ki çürütülmesi neredeyse olanaksızdır.”
Derleme;Akcan Mir
Kaynak;
Oğuz Şavk Boğaziçi Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Öğrencisi
Matematiğin Öyküsü ve Serüveni – Prof. Dr. Ali Dönmez
wikipedia




USTURLAB

Otomatik alternatif metin yok.






Usturlab, eski gök bilginleri tarafından gök cisimlerinin konumlarını ve ufuk çizgisine göre yüksekliklerini belirlemekte kullanılan bir aygıttır. Ortaçağın sonlarına doğru, aygıta Güneş'in yükselimini gösteren tablolar eklenmiş ve böylece usturlab denizciler için enlem belirlemekte kullanılan bir seyir âleti durumuna gelmiştir. Ama, ilk biçimiyle usturlab, bir halkayla asılan ahşap bir diskten oluşuyordu. Diskin kenar çevresi daire derecelerine ayrılmıştı; diskin merkezinde bir pime, Güneş'e ya da bir yıldıza işaret edecek biçimde çevrilebilen ve albidad denen iki uçlu bir cetvel ya da ibre takılıydı. Daha sonraları usturlablar genellikle metalden yapılır oldu ve aygıtın ön yüzüne bir yıldız haritası levhası, arka yüzüne ise burçlar kuşağı halkası eklendi. Bu donanımın yardımıyla, günün hangi saatinde bulunulduğu saptanabiliyor, Güneş'in yüksekliği ölçüldükten sonra konumu burçlar kuşağı halkası üzerinde belirlenebiliyor, saat çemberine çizilen bir çizgiyle zaman bulunabiliyordu.

Kaynak: P DERGİSİ, KIŞ 2003/SAYI 28 S. 8,10,12,14,16,17

OSMANLI'DA SAAT

Otomatik alternatif metin yok.

Saatleri Osmanlı güneş saatlerine göre ayarlamak.

Mekanik saatlerin tam olarak kullanılmaya başlanmadığı dönemlerde usturlap denen aletin yanı sıra, su ve güneş saatlerinden de faydalanılırdı. Güneş saatlerinin geçmişi çok eski uygarlıklara Mısır'a ve Çin'e gider. Güneş saatleri özel olarak hazırlanmış bir çubuğun, güneşin hareketlerine uygun bir şekilde, mermer veya taş bir zemin üzerine düşen gölgesini temel alarak zamanı ölçmeye dayanır.

Günde beş kez namaz kılan, Ramazan'da da iftar ve sahur vaktini doğru bir şekilde bilmek zorunda olan Müslümanlar, zamanın ölçülmesine büyük bir ihtiyaç duydular.

Güneş saatlerinin (eski adıyla, basite) Osmanlı coğrafyasında yaygınlık kazanmaya başlaması dönemin şöhretli bilim merkezlerinden Semerkant Rasathanesi'nin yöneticiliğini yapmış astronom Ali Kuşçu'nun İstanbul döneminde gerçekleşti. Fatih Sultan Mehmet 200 akçe gibi yüksek bir gündelikle Ali Kuşçu'yu 1472'de İstanbul'a getirerek Ayosofya Medresesi'ne hoca olarak atadı. İstanbul'un enlem ve boylamlarına ilişkin bilinen eski değerleri düzelterek işe koyulan Ali Kuşçu, ilk basiteyi Fatih Camii'nde yaptırdı. Osmanlı'da Ali kuşçu ile yayılmaya başlayan güneş saatleri, yatay (masa tipi) ve dikey kadranlı (duvar tipi) olmak üzere iki çeşittir. İstanbul'da kayıtlara geçmiş 53 güneş saati arasında en yaygın grubu dikey kadranlılar oluşturuyordu. Bunların şehirdeki en gelişmiş örneklerini Üsküdar Mihrimah Sultan Camii'nin güneybatıya bakan dış cephesinde ve Eminönü'ndeki Yeni Camii'nin avlusunun Mısır Çarşısı'na bakan dış cephesinde görebilirsiniz.

Mihrimah Sultan Camii'nin Selman Ağa Çeşme Sokak tarafındaki kapıdan girerseniz, güneş saatinin bulunduğu mermer levhayı hemen sağınızdaki cephede demir tırnaklarla monte edilmiş bir şekilde görürsünüz.

Saatin üst kısmında ve sağ alt köşesinde sülüs hatla yazılı güzel bir kitabe dikkati çekiyor. Bu yazılardan, güneş saatini Saatizade Muhammed Arif'in 1769 (Hicri 1183) yılında yaptığını, Yeni Camii muvakkidi Derviş Yahya Muhiddin'in de taş üzerine çizdiğini anlıyoruz.

Güneş saati üzerindeki içbükey ve dışbükey yedi burç çizgisi, altı zaman dilimi oluşturuyor.

Yengeç'ten Oğlak'a sıralanan bu yedi burç, dilimlerin içinde ikişer ikişer gösteriliyor. Bu burçların bazıları solda, öğle çizgisinin (hatt-ı zeval) hemen dışında yer alırken, bir kısmıda yukarıda gün batımı çizgisinin hemen üzerinde konumlanıyor. Burçlar en altta yengeç (seretan) ile başlar ve yukarıya doğru aslan (esed), başak (sümbüle), terazi (mizan), akrep (akrep), yay (kavs) şeklinde sıralanıyor. Günbatımı çizgisinin üzerinde ise sağa doğru oğlak (cedi), kova (delv), balık (hut), koç (hamel), boğa (sevr) ile devam edip ikizler (cevza) burcu ile bitiyor.

Necip Fazıl Kısakürek, Saat isimli şiirinde zamanın şeytani acımasızlığı üzerine, "Zaman bir işvebaz kaçak hayalet / Eskiyenin kement atar boynuna" diyordu.

Kaynak: İstanbul'da Ölmeden Önce Yapmanız Gereken 101 Şey, Akdoğan Özkan, istanbul, 2008. sayfa: 180-181


Otomatik alternatif metin yok.





Romulus ve Remus hakkında efsane sahneleri.
Rölyefi. 2-3 yüzyıllar.
Roma, Vatikan Müzeleri
Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi
Yıllarca okullarda ders kitaplarında Yavuz Sultan Selim diye öğretilen Şah İsmail dir..
1 Resim Ressam Halife Abdulmecid Han İmzalı Yavuz Sultan Selim portresi "Tablo" eserinden çekilmiş fotoğraf. (Topkapı Sarayı)

2 Resim Asıl Portreden ve arşivlerden yola çıkılarak, tarif edilen Yavuz Sultan Selim Han' ın Deri Üzerine işlenen Portresi - Görüldüğü üzere SultanSelim Han Küpe Takmamıştır. (Deri Dağlama Sanatçısı: İbrahim Atalar)

3 Resim Yavuz Sultan Selim Han' ile alakası olmayan, İran Şahı Şah İsmail e aitolduğu sanılan resim. Yani küpe Takan Sultan Selim Han değil; Şah İsmail'dir.
Otomatik alternatif metin yok.

Aztekler:Teotihucan mimarisinin restore edilmiş bölümü, tipik Mesoamerikan kırmızı boya kullanımı, mermer ve granit üzerine altın ve yeşim süslemeleri ile tamamlıyor.

Antik Mısır’da Kedilerin Önemieski mısırda kedilerin önemi

Otomatik alternatif metin yok.



Eski Mısırda en önemli besin ve gelir kaynağı buğdaydı. Öyle ki, bütün yaşam alanları Nil nehri boyunca buğday üretimi için yapılmış. Hatta Mısırlılar, buğdayı korumak için Nilin sularının yükselme zamanlarını hesaplamış ve astronomiden bile yararlanmışlardır. Peki kediler Eski Mısır için neden önemliydi?
Bast, Eski Mısırdaki kedi tanrıçanın ismidir. Kedilerin tanrıça sayılmasının sebebi ise, en temel gıdaları olan buğdayı farelerden korumalarıdır. Kediler, buğday tarlalarını farelerden korurken bu sayede Eski Mısırda tanrı konumuna gelmişlerdir. Öyle ki, bir kedi öldüğünde tören ile defnedilir veya bir ailenin kedisi öldüğünde tüm aile yaslarını belli etmek için kaşlarını tıraş edermiş. Kedilerin ülke dışına götürülmesi dahi yasaklanmış, aileler çocuklarına kedilerin isimlerini verir hale gelmişler. Kediler yaklaşık olarak beş bin yıl önce evcilleştirilmeye başlandı ve çıkış yerinin de mısır olduğu tahmin ediliyor. Mısırdan Yunanlara, oradan da tüm Akdenize yayılan kediler. Bazı dinlerde de kutsal ilan edilmiştir. Antik bir tanrı olan kedi, Mısırdan diğer medeniyetlere değişik isimler alarak geçmiştir. Sadece yunan kültürüne geçmekle kalmayan kedinin kutsallığı inancı. Kedinin yayılması ile Uzakdoğuda da önem görmüştür. Öyle ki Japonyada kedi öldüren katilin ailesinin 7 kuşak boyunca lanetleneceğine inanılır. Hindistanda insanların öldükten sonra dünyaya kedi olarak geleceklerine inanılır.

Türk tarihinin en büyük deniz savaşı (1538). Preveze Zaferİ

Görüntünün olası içeriği: gökyüzü, açık hava ve su



Türk tarihinin en büyük deniz savaşı (1538).
Preveze Zaferİ
Kanunî Sultan Süleyman zamanında, Mohaç Zaferi'nden 12 yıl sonra kazanılan Preveze Deniz Savaşı, Türk ordusunun denizlerde de gücünün doruğuna ulaştığını kanıtlayan bir savaştır. Türk ordusu Mohaç'ta bütün birleşik Avrupa ordularını yendiği gibi, Türk donanması da birleşik Avrupa donanmasını Preveze'de yenilgiye uğratmıştır.

SAVAŞ HAZIRLIĞI

Akdeniz'in bir Türk gölü haline gelmesi Avrupa devletlerini telâşa düşürmüştü. Karl V çok büyük bir donanma hazırladı. Bütün Avrupa devletleri hazırlanan Haçlı donanmasına gemi ve askerle katıldı. Donanmanın başına da Venedikli kumandan Andrea Doria getirildi. Haçlı donanmasında 600 gemi, 3000 kadar top, 60000 asker vardı.

Türk donanması 122 parça gemiden oluşuyordu. Donanmaya kaptanı-derya (büyük amiral) Barbaros Hayrettin Paşa komuta ediyordu. Yanında oğlu Hasan Reis, sağ kanatta Salih Reis, sol kanatta Şeydi Ali Reis, yedekte Turgut Reis bulunuyordu. Türk donanması Haçlı donanmasından beş kat daha az olmasına karşılık manevra ve ateş üstünlüğü vardı.

İki donanma Yunan Denizi'nde, Preveze açıklarında karşılaştığı zaman amiral Andrea Doria, sayıca az olan Türk donanmasının hemen saldırıya geçeceğini aklına bile getirmedi. Çünkü orada Barbaros'un emrinde bulunan donanma Akdeniz'deki Türk donanmasının tamamı değildi. Onun bütün donanmayı biraraya getirdikten sonra savaşa girebileceğini düşündü. Ama yanılmıştı. Barbaros düşman donanmasını görür görmez saldırıya geçti.

Yarma ve çevirme hareketleriyle düşmanı şaşkına döndürerek birkaç saat içinde düşman donanmasının yarısından çoğunu top ateşiyle batırdı. Öteki yarısı gece karanlığından yararlanarak fenerlerini söndürüp kaçtı. Böylece Akdeniz'de Türk egemenliği perçinlenmiş ve Barbaros'un en büyük deniz komutanı olduğu bir kere daha kabul edilmişti.

Büyük zafer, o sırada seferde bulunan Kanunî'ye, Barbaros'un oğlu Hasan Reis tarafından müjdelendi ve savaşın ayrıntıları anlatıldı. Kanunî, bütün imparatorlukta şenlik yapılmasını emretti. Preveze Zaferi bugün de Türk denizcilik günü olarak kutlanır.

Ahmose I mumyalanmış baş

Otomatik alternatif metin yok.

I. Ahmose, Yeni krallık döneminin ilk firavunudur. 18.hanedanı kurarak yeni bir dönem başlatmıştır. I. Ahmose ülkeyi hiksosların(hiksos denmesının sebebı Mısır yerlısı olmayan yabancıların olusudur. M.Ö. 17. Yüzyılda Mısır'da hüküm süren bir Hiksos kralının Girit'e gönderdiği bir vazonun kapağında kendi adı olan "Khan/Khayan" ismi geçmektedir. Khan Asya kökenli bir addır. Türkçe'deki Han ve Kağan'ı çağrıştırmaktadır. Ayrıca Hiksoslar'ı tasvir eden kabartmalar tipik Asya kökenli insanların resimlerini yansıtırlar. Fakat kullandıkları dilin Sami kökenli olduğu da nakledilmektedir. Kuzey'de Hiksosların hüküm sürdükleri dönemde Güney Mısır tahtında olan Kraliçe Haçepsut bir yazıtında şöyle der; "Kuzey ülkesinde Avaris'te Asyalılar var..." Avaris, Hiksosların başşehriydi. Yine Hiksos kralı Apophis'ten bahsedilen bir başka kayıt şöyledir; "Sıkıntı Asyalıların şehrindeydi. Kralları Apophis Avaris'teydi.) istilasından kurtarmıştır. Yaklaşık 500 yıl boyunca süren Yeni Krallık Döneminin 3 hanedanının hüküm sürdüğü bu uzun dönem yeniden kuruluş, amarna ve ramsesler olarak 3'e ayrılır. I. Ahmosis, Mısır'ın kurtarıcısı olarak görülür.
Derlemedir;Akcan Mir
Otomatik alternatif metin yok.





Ay Yıldız Motifli Göktürk Sikkeleri Bulundu.

Altıncı ve yedinci yüzyıla ait olduğu tahmin edilen Türk tarihinin en eski paraları Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan'da yapılan kazılarda ortaya çıkarıldı. Bulunan ay-yıldız motifli 104 sikke, İslamiyetten önce, Türklerin ay yıldızı kullandığını göstermesi açısından önemlidir. Göktürklere ait olan bu sikkeler, geçen yıl Kırgızistan'da yapılan uluslararası bir konferansta kamuoyuna duyurulmuştu.

Meryem Kaya

10.Mart.2005

YUNAN BAŞKUMANDANI TRİKOPİS'İ ESİR EDEN ASKERİMİZ: AHMET ÇAVUŞ

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi
Elmalıdağ'da Yunan Başkumandanı General Trikopis'i ve maiyetini tek başına esir eden Ahmet Çavuş, son zamanlara kadar Afyonkarahisar hapishanesinde başgardiyan olarak çalışmakta idi. Yunan Başkumandanını nasıl esir ettiğinin hikâyesini şöyle anlatmıştır:
- Keşif için üç kişi dağa tırmanmağa başladık. Yanımda saatli, tetikli, fitilli olmak üzere 11 bomba vardı. Arkamızdan da kırk kişi yollayacaklardı. Alaca karanlıkta tepenin bir boyun noktasına vardığımız zaman, 5 - 10 zabitin oturduklarını gördüm. Derhal bombalardan birisini yakalayarak davranmayın, teslim olun, diye haykırdım. Hepsi, ellerini kaldırdılar.
Arkadaşlarım da yanına gelmişlerdi. Ben önümüzde duran bir zabitin atını yularından yakalıyarak çektim.
Sordular:
- Ne kadar kuvvetiniz var? dediler.
- Üç ordu, dedim. Tamamen muhasara altındasınız. Ya teslim olacaksınız, ya sizi gurup ateşine vereceğiz.
- Hangi kıtaya kumanda ediyorsun? dediler.
- Alay kumandanıyım, dedim.
Rütbemi sordular?
- Başçavuş... dediğim zaman hepsi hayret içerisinde kalmışlardı.
Hayretlerini gidermek için devam ettim:
- Bizde onbaşıdan fırka kumandanı bile var, dedim. Onlara, torbalarımızdan peksimet çıkararak verdik. Onlar da bize, bol bol sigara ikram ettiler. Ceplerimizi doldurduk. Biz onları böylece esir aldıktan epey sonra Kaymakam Hüseyin Hüsnü Beyle tabur kumandanımız Fuat Bey geldiler.
Hüseyin Hüsnü Bey, esir zabitlerin içerisinden birisini, eliyle işaret ederek bana sordu:
- Bu zabitin kim olduğunu biliyor musun?
- Ne bileyim, dedim. Elin düşmanı... Babamın oğlu değil ya!...
Fuat Beyin gözleri faltaşı gibi açılmıştı:
- Trikopis, Trikopis, diye haykırdı. Yunan Başkumandanı...

Trikopis'i Uşak'a kadar getirdik. Orada bana bir istiklâl madalyası yazdılar. Trikopis'in esvaplarını da bana hediye ettiler. Geçen seneye kadar bu esvapları giyerdim. Şimdi bunlar azıcık eskidi. Sokağa pek gelmiyor,evde saklıyorum.

Deryanın üzerine kurulan ilk cami




Deniz üzerine kurulan tek cami


Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
MİMARLIK TARİHİMİZE GEÇEN İLGİNÇ BİR HİKÂYE...
Büyük Türk denizcisi Kılıç Ali Paşa, namını sürdürmek için bir câmi yaptırmak istedi. Sultan III. Murad’ın huzuruna çıkıp arzusunu bildirdi. Padişah latife olsun diye, “Sen deryalar serdarısın. Var git câmini deryaya kur!” deyince Kılıç Ali Paşa bir ilki gerçekleştirdi.
Salıpazarı’ndan Perşembepazarı’na doğru giderken Tophane iskelesinde güzel ve ihtişamlı bir câmi boy gösterir. Çoğumuz önünden gelip geçeriz ama, belki de ismini bilmeyiz. Bu câmi Kılıç Ali Paşa Câmiidir. Bu câmi, mimarî güzelliği kadar, efsaneleriyle de kültür tarihimize mal olmuş bir eserdir. Mimar Sinan, üç kaptan-ı deryaya aynı sahil boyunca üç güzel câmi yapmıştı. Diğerleri Kasımpaşa’da Piyâle Paşa ve Beşiktaş’ta Sinan Paşa câmileridir. Şüphesiz, Türk denizciliğinin en parlak şahsiyetlerinden biridir Kılıç Ali Paşa. Sadece bizde değil, dünya denizcilerinin de en büyüklerinden sayılır. Anne ve babası Aydın sahilinde yaşayan Türkmenlerdendi. Saint Jean Şövalyelerince kaçırılıp İtalya’ya götürülmüştü. Ali, Calabria’nın Licastelli kasabasında bir İtalyan asilzâdesinin hizmetçisi olarak büyüdü. Kendisine Lucio veya Culyo Galeni adı verildi. 11 yaşında papaz mektebinde okumak üzere Napoli’ye gönderildi. Yolda Cezayirli Müslüman korsanların eline esir düştü. Bu vurgunun kumandanı Ali Ahmed Reis çocuğun vaziyetini öğrenince, yanına aldı. Artık İtalyanca isminden bozma Uluç Ali diye anılır oldu. Bir rivayette uluç, Arap asıllı olmayan korsanlara verilen isimdi. Bazıları Türk değil de, İtalyan asıllı olduğunu söyler. Irkı ne olursa olsun Uluç Ali Osmanlı cemiyetinde Türk-İslâm terbiyesiyle büyüdü. Dünyaca meşhur denizcilerden birisi oldu. Avrupa tarihçileri kendisini Occhiali diye andılar.
AYASOFYA’NIN KÜÇÜK HALİ
Kılıç Ali Paşa Câmii’nin kubbesinin iki yanında yarım kubbeleri, diğer iki yanında kemerleri ve destek duvarları vardır. Bu haliyle âdeta Ayasofya Câmiinin küçük bir benzeridir. Ama ondan daha güzel, daha ferah ve aydınlıktır. Mihraptaki İznik çinileri pek güzeldir. Osmanlılar zamanında sadrazam bile olsa kimse edeben iki minareli câmi yaptıramazdı. Bu imtiyaz padişaha aitti. Onun için Kılıç Ali Paşa Câmii tek minarelidir. Kubbesi de selâtin câmilerinden bu sebeple daha küçüktür.
HİÇ MAĞLUBİYET TATMADI
Zekâsıyla, kabiliyetiyle, düzgün fiziğiyle dikkat çekerdi. Kendisine itimat edenlerin yüzünü hiçbir zaman kara çıkarmadı. Barbaros Hayreddin Paşa’nın himayesinde yetişti. Denizcilik bilgisinde kendisini geliştirdi. Ömrünü vatan hizmetine adadı. Zaferden zafere koşarak adını tarihe altın harflerle yazdırdı. Hayatında mağlubiyeti hiç tatmadı. Tunus gibi koskoca bir ülkeyi İspanyollardan fethi, en meşhur başarısıdır.
Osmanlı donanması, 1571 senesinde Papalık, Malta, Venedik ve İspanya müttefik donanmalarına karşı ilk defa bozgun acısını tattı. 152 parça gemi kaybedildi. Binlerce şehit ve yaralı vardı. Kaptan-ı derya bile şehit düşmüştü. Kılıç Ali Paşa, bu deniz muharebesinde kumanda ettiği gemilerini hemen hemen zâyiatsız kurtarmaya muvaffak oldu. Üstelik düşmanın sol kanadını teşkil eden Malta donanmasını da yok etti. Bozgun haberini Edirne’de bulunan Sultan II. Selim’e bildirdi. Gösterdiği başarıdan dolayı kaptan-ı deryalığa getirildi. Böylece Osmanlı donanmasının kumandanı oldu. Onaltı sene bu makamda kaldı. Bu başarısı üzerine Uluç lakabı Kılıç’a çevrildi. Uluç Ali Reis, artık Kılıç Ali Paşa idi.
İTALYA ÖVÜNÜYOR
İtalya’daki La Castella kasabası en büyük meydanına Kılıç Ali Paşa’nın heykeltıraş di Dinami tarafından yapılmış bir heykelini dikerek büyük denizciyle övünmektedir.
EN GÜÇLÜ DONANMA
Birkaç padişah zamanını idrak etti. İnebahtı’da imha edilen Türk donanmasını kısa bir müddet zarfında yeniden kurmaya muvaffak oldu. Büyük harb gemileri inşa ettirdi. Osmanlı donanması vefatından sonra yüz seneden fazla dünyanın en güçlü donanması vasfını taşımaya devam etti.
Kılıç Ali Paşa; sadece tarihteki başarılarıyla değil, yaptığı hayır hasenat ile de tanındı. İstanbul’da kendi adını taşıyan o zarif ve muhteşem külliye, hâlen ayaktadır...
Türk denizcilerinin vaktiyle sularında sıkça dolaştığı İtalya’daki La Castella kasabası en büyük meydanına Kılıç Ali Paşa’nın heykeltıraş di Dinami tarafından yapılmış bir heykelini dikerek büyük denizciyle övünmektedir.
LATİFE GERÇEK OLDU
Büyük Türk denizcisi Kılıç Ali Paşa’nın yaşı oldukça ilerlemişti. Namını sürdürecek bir eser bırakmak istiyordu. Bu da yanında hamamı, sebilhanesi, medresesiyle bir câmi olacaktı. Kendisi devletin en güçlü mevkilerinden biri olan kapdan-ı deryalık makamındaydı, ama yine de zamanın diğer devlet adamları gibi o da padişaha sormadan hiçbir iş yapmamayı âdet edinmişti. Bu maksatla Sultan III. Murad’ın huzuruna çıkıp arzusunu bildirdi. Padişahın tasvibini aldıktan sonra bu eserin nereye yapılmasının münasip olacağını sordu. Padişah latife olsun diye, “Sen deryalar serdarısın. Sana karadan bir karış toprak veremem. Var git câmini deryaya kur!” dedi. Kılıç Ali Paşa “Başüstüne!” deyip izin istedi. Mimar Sinan ile görüşüp binanın deniz üzerine yapılacağını söyledi.
Padişah sonradan “Maksadım lâtifeydi, dilediği yere câmisini yapsın, bunca külfete girmesin!” diye haber gönderdiyse de, hünkârın ilk emrini yerine getirmekten vazgeçmedi. “Padişah ağzından söz bir kere çıkar. Onu tutmamak olmaz! İnne’l-mülûke mülhemûn (Hükümdarları Allah söyletir!)” diye düşündü. Bunun üzerine Koca Sinan, Tophane sahilinde denizi doldurdu. Üzerine bugün bile bütün haşmet ve zarafetiyle ayakta duran Kılıç Ali Paşa Câmii ile medrese, hamam ve sebilden müteşekkil külliyesinin inşası 1580 yılında bitti.
HIZIR’I GÖRMEYE GELENLER
Halk arasında, kim kırk gün sabah namazını fasılasız Kılıç Ali Paşa Câmiinde kılarsa muhakkak Hızır Aleyhisselâmı göreceğine inanılır ve dört bir taraftan bu niyetle gelen insanlar câmiyi doldururdu.
Kılıç Ali Paşa yedi sene daha yaşadı. Vefatına kadar vakit namazlarını hep burada kılar; medresedeki talebelerle alâkadar olurdu. Bir sabah namazını câmide kıldı. Fakirlere sadaka dağıtıp dualarını alarak evine döndü. Hastalanarak vefat etti. Türbesi câminin yanındadır. Ertesi sene de Mimar Sinan âhirete göçtü.
Kılıç Ali Paşa’nın Beşiktaş ve Fındıklı’da da yaptırdığı mescidler vardır. Hanımı Selime Hâtun da Fındıklı’da bir mescit yaptırdı. Her ikisi de muhtaçların ihtiyaçlarını giderir, binlerce kimseye muntazam bir şekilde aylık verirlerdi.
ESİR ALINIP İSTANBUL’A GETİRİLMİŞTİ
Don Kişot yazarı cami inşaatında amele olarak çalıştı
Garip ama, Don Kişot yazarı diye meşhur İspanyol romancısı Cervantes de Kılıç Ali Paşa Camiinin inşaatında çalışmıştı. Ama amele olarak. Mimar Sinan’ın emrinde cami inşaatında çalışanların isimlerinin yazılı olduğu defterler vakıflar arşivinde bulundu ve içinde Cervantes’in de ismine rastlandı. Bu da câmi ile alakalı başka bir enteresan husustur. Romancı, Haçlı donanmasında askerdi. İnebahtı Harbi’nden İspanya’ya dönerken 1575 senesinde bindiği kadırga Osmanlı donanması tarafından kuşatıldı. Cervantes, Kılıç Ali Paşa’ya esir düştü. Birkaç sene İstanbul’da kalıp cami inşaatında da çalıştıktan sonra sahibi tarafından azat edildi. O da İspanya’ya döndü.

Leontios’un yüzüğü

Bizans döneminden Leontios’un yüzüğü (990-1030), üzerinde “Tanrım, Leontios’a (Patrikios ve Tanrı tarafından korunan Opsikion’un lideri) yardım et.” yazıyor. Patrikios, o dönem Bizans’taki önemli komutanlara verilen bir unvandı. Opsikion ise Bizans’taki 4 önemli bölgeden biriydi, başkenti de Nicaea (bugünkü İznik) idi.

Otomatik alternatif metin yok.

Mezomorto Hüseyin Paşa

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi


Onyedinci yüzyılın ikinci yarısında deniz muharebelerindeki kahramanlıklarıyla meşhur, Osmanlı Kaptanıderyası. İsmi, Hüseyin’dir. Gençliğinde Venediklilerle yaptığı bir deniz muharebesinde sekiz-on yerinden yaralanıp öldüğü sanılırken, iyileşmesi üzerine Venedikliler tarafından kendisine Mezomorto (yarı ölü) lakabı verildi ve sonradan bütün Akdeniz’de bu sıfatla anıldı. Bazı kaynaklarda Mağribli olduğu kaydedilirse de doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir.
Karayip korsanlarının bir türlü öldüremedikleri Mezzo Morto Hüseyin Paşa’dan korkulu rüyaları olarak bahsederler ve sürekli onunla savaşırlar.. Hatta Karayip Korsanlarının savaştıkları korsan geminin ismi ile Hüseyin Paşanın gemisinin ismi aynıdır; Kara İnci ve Sancağı siyahtır..Mezomorto Hüseyin Paşa Osmanlı Donanmasına birçok yenilikler getirdi. 1701 yılında Osmanlı tarihinde ilk kez olarak Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa'yla birlikte Bahriye Kanunnamesini hazırladı. 21 Temmuz 1701'de görev başında öldü.
Derlemedir;Akcan Mir


Hatay

Otomatik alternatif metin yok.

Otomatik alternatif metin yok.

ilk kahvehane

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve oturan insanlar
Dünyanın ilk kahvehanesi 1554 yılında Şam ‘dan gelmiş olan Hakim ve Cem isimli iki tacir tarafından İstanbul ‘da açılmıştır. Günümüze kadar gelen bu kültürün zamanla sayısı artmıştır. Bu kahvehanelere aydınlar okulu anlamına gelen Osmanlıca “mekteb-i irfan” denilirdi.

Kaynak : Dünyadaki İlk Kahvehane | Dünyanın İlkleri

27´nci Piyade Alayı

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve açık hava

Arıburnu Muharebelerindeki Kahramanlıklarından Dolayı 27´nci Piyade Alayı Sancağına Altın ve Gümüş İmtiyaz Muharebe Madalyalarının Takılması Merasimi
TSK arşivinden

KARAKEÇİLİ YÖRÜK AŞİRETİNİN TARİHİ

Bir milletin kültürü,geçmişinden süzülüp gelen maddi ve manevi değerlerin bütününden meydana gelir. Büyük Türk milletinin tarihi dünya tari...