29 Nisan 2018 Pazar

II.Katerina neden Rusya Müftülüğü'nü kurdurdu?(1789)

II.Katerina neden Rusya Müftülüğü'nü kurdurdu?(1789) ile ilgili görsel sonucu



1762 Tarihinde Rusya tahtına geçen Çariçe II. Katarına, Çar I.Petro'nun siyasetinin takipçisiydi. Önce yönetim alanında Avrupa tarzında bazı değişiklikler yapmak istedi fakat daha sonra bundan vazgeçti. Dış siyasette ise temel hedef sıcak denizlere ulaşmaktı. İlk kez ülkesinde yaşayan Müslüman halka yönelik geleneksel Rus siyasetinin dışına çıkarak bazı düzenlemeler yaptı.


Osmanlı-Rus savaşı sırasında Kazak Türklerinden Yemel'yan Pugaçev Rusya'yı oldukça zor durumda bırakan bir isyan başlattı.(1773) Pugaçev isyanına Rusya'da yaşayan Müslüman halk özellikle de Kazaklar, Kazan Türkleri ve Başkurtlar içinde bulundukları sosyal ve ekonomik şartların kötülüğünden dolayı büyük destek verdiler. İsyan uzun süre bastırılamadı. Osmanlı-Rus savaşının zaferle sonuçlanması ile rahatlayan Rusya kanlı bir şekilde bu isyanı bastırdı. Başta Pugaçev olmak üzere isyana katılanlar şiddetle cezalandırıldı.(1775)

Pugaçev isyanı II.Aterina'ya Rusya içerisinde yaşayan kalabalık Müslüman halkın varlığını fark ettirmiş ve Müslümanları baskı ile uzun süre Rusya idaresi altında tutulamayacağını göstermişti. Rusya'nın uyguladığı genel siyaset İslam'ın etkisini zayıflatmak ve Müslüman halkı Hırıstiyanlaştırmaya çalışmaktı. Bu siyaset gereği misyonerlik çalışmalarına ağırlık veriliyor ayrıca her türlü baskı ve şiddet uygulanıyordu.

Pugaçev isyanı bastırıldıktan sonra II. Katerina Müslüman halka uygulanan şiddet ve baskıları azda olsa yumuşatarak Müslüman halkı kazanmaya çalıştı. Özellikle dini alanda Müslümanlara uygulanan bazı yasakları kaldırdı, mesela cami ve medrese yapımına izin verdi. Ancak daha sonra bu dini özgürlüklerin tek merkezden yönetilmesine ve devletin kontrolünde olmasına karar verildi.

Çariçe II. Katerina İlk olarak bir Rusya müftülüğü kurulması çalışmalarını başlattı.(1789) Merkezi Ufa şehri olan bu müftülük bütün dini işleri idare edecekti. Orenburg Müslüman Ruhani Meclisi adını taşıyan bu müftülüğe Müslüman din adamlarını ve öğretmenlerini tayin etme yetkisi verildi. Böylece ülkedeki dini eğitim ve dini faaliyetler tek merkezden bu kuruluş aracılığı ile kontrol edilecekti. İlk müftü olarak Rus yöneticilerin güvenini kazanmış olan Muhammed-can Hüseyin tayin edildi. Bazı şehirlerde de büyük camilerin yapılmasına izin verildi.

Katerina bu şekilde Müslümanları kazanmaya çalışmış diğer yandan da Müslümanlar üzerinde bir kontrol mekanizması oluşturmayı hedeflemiştir. Tarihçiler bu uygulamanın bazı olumlu sonuçlar verdiğini belirtmektedirler.

Kaynak

1-Rusya Tarihi (Prof.Dr.Akdes Nimet Kurat, TTK 1987)

2-Sovyetler Birliğindeki Türklüğün ve İslamın Bazı Meseleleri (Dr. Baymirza Hayit, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı 1987)

Isparta’da Rumlar

Papazoğlu Evi (sağda) savaş sonrası ilkokul olarak kullanılmıştır.
Papazoğlu Evi (sağda) savaş sonrası ilkokul olarak kullanılmıştır.
Pisidya Metropolitliği’nin merkezi olan Isparta’da Rumların nüfusu 1920’lerde 5 bin civarında idi. Rum cemaatinin biri kızlar, diğeri erkekler için iki okulu bulunmaktaydı. 1840 da cemaatin halk kütüphanesi, 1870’den sonra da kültür derneği ve Yoksulsever Kadınlar Derneği vardı. Rumlar Karaman ağzı konuşur,rumcayı okulda öğrenirlerdi. Isparta’nın tek oteli Katina Sakali’ye aitti, aynı zamanda kumarhaneydi. 1921 yılına ait Annuaire Oriental’e göre bölgenin en büyük gülyağı ihracatçısı, aynı zamanda şarap ve sakızlı rakı ticareti yapan N.Temelidis’ti. Aynı ticaret yıllığına göre H.Avrakoğlu, B.Baloğlu ve M.Kehayoğlu-D.Kozma şirketi tahıl tüccarları, H.Basyoğlu, H.Hacıavrakoğlu, Mihalaki Kahramanoğlu-A.Vasiliadis kitre, afyon ve tütün ihracatçıları, A.Ülkeroğlu-F.Kahramanoğlu, P.Hocoğlu gıda maddeleri ticareti, tanınmış halı üretici ve ihracatcıları ise, İ.Papazoğlu, P.Georgiadis, Stiloğlu kardeşler, M. Kehayoğlu, İ.Moraboğlu ve Damianos Vasiliadis idiler.

Ticaret yaparak zenginleşen bazı Rum ve Ermeni tüccarlar çoğunlukta olmak üzere,birçok Ispartalı iş adamı İzmir’e yerleşmişlerdi. Bunlar, Ispartada kalan akarabalarının aracılığı ile topladıkları halı, afyon, gülyağı, deri, kitre gibi ürünlerin İzmirde satarken; İzmirden de Ispartaya ithal mal gönderiyorlardı. İzmir’e giden tüccarlar; Kuleönü istasyonundan trene biner, Keçiborlu, Dinar, Apa, Kaklık, Goncalı, Denizli, Nazilli’ye ulaşır, eğer tren ekspres değilse gece Nazilli’de yatar, ertesi gün öğleyin İzmirde olurdu. Ekspres tren ise Pazar günü hareket eder ve aynı gün İzmir’de olurdu.
İzmirdeki Ispartalılar birbirlerine bağlılıklarını kurdukları Ispartadan Gelenler Derneği ile devam ettirmişlerdi. Dernek Kordondaki Avcılar Kulübünün odalarından birisi kullanıyordu. 1922 de derneğin başkanlığını Dürbeyoğlu Yordan yapıyordu.




Afyon tüccarı Ispartalı Kostandi:İzmir de Ermeni ve Rumların yaşadığı Kasab Hızır mahallesinde oturuyordu. 1862 yılında öldüğünde terekesi 2.509.153 kuruş çıkmıştı. Bu o dönem için oldukça yüksek bir mirasdır.
Ispartalı Biraderler Ticarethanesi: sahiplerini bilmiyoruz. İzmir’de Parmakkapı civarında 1884 yılında kurulmuş bir manifatura mağazasıdır. ”Komersiyal Yuniyon” ve deniz sigorta kumpanyasının İzmir ve Adalar acentesi ve Avrupa halıları ile fes fabrikasının şubesidir. Bankerlik de yapmaktadırlar.
Agop ve Ohannes Ispartalı Efendiler: Tüccardırlar. İzmir’in Ermeni mahallesinde bulunan Ermeni Hastanesinin bütün inşaat masraflarını karşılamışlardır. İzmir’in Karavan Mahallesinde oturan Hacı Ohannesin 1888 ölümünde terekesi 650.000 kuruş idi.
Doktor Dikran Ispartalı: Ermeni Hastahanesinin doktorlarındandır ve hastahanenin idare heyetindedir. Paris’de eğitim görmüştür.
Takfor Ispartalı ve Şurekası: Türk halıları taciridir. Yerleri İkinci Kordondadır.
Bu firmalar ve kişilerin yanı sıra birçok daha küçük ölçekli Ispartalı tüccar İzmir’de faaliyet göstermekteydi. Ayrıca İzmir’de Ispartalı Ferhanesi olarak bilinen bir han da bulunmaktaydı.



Dürbeyoğlu evi Türk Ocağı ve Halkevi olarak kullanılmıştır.


Dürbeyoğlu evi Türk Ocağı ve Halkevi olarak kullanılmıştır.

Sultan Abdülhamit'ten madalya alan Kürkçü Potimi

Sultan Abdülhamit’ten madalya alan Kürkçü Potimi


ispartaninkokusu.com.tr/ Alıntıdır.



28 Nisan 2018 Cumartesi

merzifon amerikan koleji ile ilgili görsel sonucu






Merzifon Pontus Derneği Futbol Takımı
Merzifon Amerikan Koleji'ndeki Pontus Kulübü Albümünden



Karadeniz, Tethys adı verilen Akdeniz kütlesinin bir parçasıdır ve III. Jeolojik zamandan sonra oluşmuştur. Karadeniz'in çevresindeki dağlar, onu birkaç şerit halinde ve derin vadilerle yarmış, burayı ayrı bir dünya haline getirmiştir. Bu durumu, Antikçağ yazarlarının eserlerinde çokça görmek mümkündür. Pontus Euxeinos, Karadeniz'in bilinen ilk adıdır. Miletli gemiciler buraya geldiklerinde, ne yapacağı belli olmayan bu denizle bütünleşmek için, mutluluk veren ve konuksever anlamına gelen Pontus Euxeinos adını vermişlerdir.


İsa'dan binlerce yıl önce bu bölgede Orta Asya kökenli halklar yaşamışlardır. Boğazköy'de kurulan Hitit Devleti , Anadolu'nun büyük bir bölümünü egemenliği altına alırken, Doğu Karadeniz'deki bu beylikler, devletin siyasi sınırları içine girmemiştir. Ama aynı uygarlığın sınırları içerisinde, bağımsız yaşamaya devam etmişlerdir.
Hititlerden sonraki Frig Devleti döneminde de, Doğu Karadeniz Bölgesi'ndeki beylikler, bağımsızlıklarını sürdürmüşlerdir. Daha sonra ticaret amacı ile Doğu Karadeniz Bölgesi'ne gelen Asurlular, buralarda bazı kentler kurmuşlardır.


Asur Devleti'nin ortadan kalkmasıyla Doğu Karadeniz Bölgesi İ.Ö. 620'de Medlerin egemenliği altına girmiştir. Medlerin Doğu Karadeniz'deki egemenliği ortadan kalkınca, bunu fırsat bilen Yunanlılar, Karadeniz kıyılarında sömürgeler kurmuşlardır. Trabzon'a kadar gelen Miletli Yunanlılar, kenti ele geçirip yerleşmişlerdir.


İ.Ö. 521'de Doğu Karadeniz Bölgesi, bu kez de İran'ın egemenliği altına girmiştir. Böylece Doğu Karadeniz, İran'a bağlı Kapadokya Satraplığı'nın içinde kalmıştır. Kapadokya Satraplığı, yerli halklarının vergilerini belirlerken, Doğu Karadeniz'in ayrı bir özellik taşıdığını görmüş ve burayı farklı bir ekonomik bölge olarak değerlendirmiştir. Bu arada Kapadokya'nın bu bölgesine, Kapadokya'nın denize yakın bölümü anlamına gelen Pont Kapadokyası denilmiştir.










Bir Zamanlar İzmir








20. yüzyılın başına kadar "Gâvur İzmir" olarak varlığını koruyabilmiş İzmir,1900'lerin başında başkent İstanbul'dan sonra Osmanlı'nın en büyük ve en gelişmiş şehriydi. Batı Anadolu'nun iktisadi merkezi olan şehir, Avrupa'yla ticari ilişkiler açısından da çok önemli bir konumdaydı.

Büyük çoğunluğu Müslüman olmayanların oluşturduğu İzmir'de Rumlar, Yahudiler, Ermeniler ve Latin Katolikler bu cemaatlerden en büyükleriydi. Aynı zamanda şehirde Osmanlı vatandaşı olmayan 10 bini aşkın insan da vardı.

Şehrin Müslüman olmayan nüfusu, 1919 Yunan işgali, 1921'den itibaren Türk ordusunun Batı Anadolu'da Yunan ordusuna karşı harekatı ve 13 Eylül 1922'de başlayan yangın sonrasında bir daha geri gelmemek üzere yok oldu.2003'teki kazılarla kuruluş tarihi M.Ö 8000 yılına giden İzmir'in Anadolu'nun en eski yerleşim yerlerinden biri olduğu öğrenildi.

-- 1914 Osmanlı nüfus sayımına göre 211 bin nüfusun 73 bini Rum, 19 bini Ermeni, 24 bini Musevi ve 1785', Levanten (Latin ). Araştırmacı Kondoyannis'e göre 1921 için İzmir'in toplam nüfusu 276 bindi; bunun 140 bini Rumdu.

-- İzmir'de toplam 198 Ortadoks kilisesi vardı. İzmir'in en eski kilisesi Yukarı Mahalle'de bulunan Aylos İoannis o Theoloğos. İzmir yangınında hasar görmeyip günümüze ulaştı.

Anadolu'nun 6 bin kapasiteli ilk stadı Bornova'daydı. Osmanlı'nın ilk atletizm şampiyonasını da Rum spor kulüpleri Bornova'da düzenledi. Yine Rum spor kulüpleri büyük rekabet içinde futbol turnuvaları düzenliyordu. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki ilk futbol maçı da 1890'da Bornova'da İzmirli gençlerle bir İngiliz ticaret gemisinin mürettabatı arasında yapıldı.

-- 1906'da Atina'daki Ara Olimpiyat oyunlarında İzmirli Rum S. Simiriotu kadınların katıldığı tek dal olan teniste Olimpiyat şampiyonu oldu. Bu olimpiyatta İzmrli Rumlar başka dallarda da gümüş ve altın madalya kazandı.

-- Urla doğumlu Yorgo Seferis, ilkolkulu İzmir'deki Rum okulunda okuyup Atina'ya göç etti; 1967'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı.

-- İzmir'de ilk sahnelenen Rumca piyes 1845'te Maniodis (Tutkun) adlı İtalyan komedisiydi.

-- 1860'lardan itibaren Anadolu Rum müziği Yunanistan'a tanıtılmaya başlandı. O dönemler "estudiantina" adı verilen halk orkestraları vardı. Mübadeleden sonra Pire'de doğup gelişen Rebetiko müziği İzmir halk müziğinin bir devamıydı.

Nilay Vardar


ADANA ERMENİ OLAYLARI (1909)

ADANA ERMENİ OLAYLARI (1909) ile ilgili görsel sonucu

Ermeni komiteleri, Doğu Anadolu’da gerçekleştiremedikleri hayallerini, Çukurova bölgesinde Adana merkezli bir Ermeni devleti kurabilmek için bölgede Ermeni nüfusunu her yol ve vasıta ile artırmaya çalışmışlardır. Bu amaçla; Van, Diyarbakır, Zeytun, Maraş, Bitlis ve Kafkasya’dan silahlı, eğitimli militanları Çukurova bölgesinde toplanmaya çağırmışlardır. Bu hususta Maraş, Harput ve Diyarbakır’dan getirilen göçmen Ermeniler bölgedeki Ermeni ailelerin yanlarında sıkışık vaziyette dağıtıldılar. Boş arsalar köyler ve kasabalar Ermeni militanlar ile dolu hale getirildi. Arpa toplamak bahanesi ile Maraş’tan birçok Ermeni geldiği için isyan günü Adana ve havalisindeki köylerde anormal sayıda Ermeni bulunmaktaydı. Hükümetin resmi kayıtlarına göre her Ermeni evine göçmen Ermenilerden 5-6 aile yerleştirilmişti[22].

Bu olayın tanıklarından olan o dönemin Cebel-i Bereket sancağı mutasarrıfı Mehmet Asaf Bey, hâtıralarında göreve başlamak için bölgeye geldiği zamanlarda, bölgede yerli halkın dışında çok sayıda göçmen Ermeni bulunduğunu, bunların tarım işlerinde çalıştırılmak bahanesi ile Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinden getirilen Ermeniler olduğunu ifade eder[23].

Adana’da Ruhanî kimliği ile bilinen en önemli tahrikçi, komiteci olan o zamanki Ermeni Marhasası Episkopos Muşeg ortaya çıkmaktadır[24]. Bu şahıs bütün hareketlerin düzenleyicisi ve siyasî faaliyetleri tertipleyen komitelerin başı idi. Muşeg, II. Abdulhamit idaresinden istifade ederek o zamanki valilere yaklaşmak suretiyle düzenli bir plan üstünde çalışmış, hükümet memurları üzerinde büyük bir etkiye sahip olmuştu. Adana valisi Bahri Paşa ile ahbaplık kurmuş, bu yakınlık sayesinde valiyi tam bir Ermeni dostu yapmıştı. Muşeg bu yakınlıktan istifade ile Adana’da Ermeni isyanının alt yapısını hazırlamaktaydı.

Muşeg, Kafkas Ermenilerine benzer üç köşeli belirgen işareti taşıyan kalpaklı, ayakları dizlikli tek tip elbise giymiş, postallı adıyla tanınan 300’ü aşkın Ermeni askeri ve bunlara Rusya’da askerlik öğrenen Ermeni fedailerden subaylar tayin edilmiş ve hergün bunları dağlarda talimle yetiştirmişti. Adana isyanının başladığı sıralarda bölgeden ayrılan Muşeg’den sonra bölgede en fazla faaliyette bulunanlardan biri de birçok yerde hâkimlik yapmış olan Gökdereliyan Karabet’tir[25]. Bunlardan başka Taşnak liderlerinden ve İttihat ve Terakki’nin Adana teşkilatında da görev yapan Çallıyan Karabet olayların organizesinde görev alan önemli kişilerdir[26]. Dörtyol’un Dersak adındaki papazı, Hınçak Karabet İskender ve Bedros Paşa bu faaliyetlere katılanlardandır[27].

Bir taraftan hızla silahlanan Ermeniler, Rusya’dan kaçıp gelen komitecilerle kuvvet ve moral buluyorlardı. İstanbul’dan gelen delegeler ve Ermeni papazları kendi toplum mensuplarını silah alamaya teşvik ediyorlardı. Bu silah satın alımı düşüncesizce ve kimi durumlarda kötü niyetli olarak yapılıyordu[28]. Episkopos Muşeg, Adana ovalarında dolaşıyor ve Ermenilere az yemelerini topladıkları paralar ile silah almalarını tavsiye ediyor, başına kral tacı koyarak fotoğraf çektiriyor, Adana sahillerine silah çıkarttırıyor, her bir silahtan şahsi çıkar sağlıyordu[29]. Yumurtalık Körfezi karşısında bir adacığı bir Ermeni adına tapulamışlar ve orasını silah deposu haline getirmişlerdi[30].

Adana’da 1909’da Ermeni olayları başlamadan önce bölge Ermenileri tepeden tırnağa silahlanmışlardı. Bağlarda, mahallelerde, hatta yöneticilerin gözleri önünde açıkça silah talimleri yapıyorlardı. Adana’da Ermeni mahallesini korumak bahanesi ile Türkleri öldürmek için 200’e yakın yeminli Ermeni fedai çetesi hazırlanmıştı. Çavuş, onbaşı ve erlerden oluşan düzenli kollar oluşturulmuştu. Adana’da her köyde istihkâmlar kazılıyordu. Evlerin altlarından bir birini tamamlayan tüneller, gizlenmek için kuyular ve her kilisede silah depolarıyla, cephane imal tezgâhları oluşturulmuştu. Kiliselerde su borularından mükemmel toplar dökülerek hazırlıklar yapılıyordu[31].

Hükümetin resmî kayıtlarına göre, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Mersin ve İskenderun gümrüklerinden Adana’ya 12.840 silah girmiştir[32]. İngiliz konsolos yardımcısı Binbaşı Doughty Wylie, Büyükelçi Lowther’e gönderdiği raporda ülkeye büyük ölçüde silah getirilmesini istiyordu. Konsolos yardımcısına göre, II. Meşrutiyet Anayasası’nın yeniden uygulamaya konulması ile Adana vilayetine kırk bin (40.000) silah, rövolver ve otomatik tabanca getirilmişti[33]. Taşnakların açtığı kulübü, Hınçakların “milli lokal”i takip ediyordu. Bu fesat ocaklarında Türk düşmanlığını artırıcı konferanslar düzenleniyordu.

Adana’da Taşnakların lideri olan Gökdereliyan Karabet ise olaylar öncesi Ermenileri silahlandırarak, halkın arasına fesat yaymak için Ermeni okullarında cahil halkı kışkırtan faaliyetlerde bulunuyordu[34]. Bu dönemde Kilikya’da 90 Ermeni okulunda 6673 erkek, 2509 kız öğrenci bulunmaktaydı. Bu okullardan 25’i Adana merkezde bulunuyordu ve 1947 erkek, 808 kız öğrenci okuyordu. Bu okullarda eğitim gören öğrencilere yıllardan beri Osmanlı-Türk düşmanlığı aşılanmaktaydı[35]. Ermeni komiteleri bütün bu faaliyetlerini gerçekleştirebilmek için gereken paranın bir kısmını Amerika’daki zengin Ermeni iş adamlarından toplayarak sağlamışlardır. Bunun dışında Maraş ve Adana bölgesindeki zengin Ermenilerden para toplamaktaydılar. Para veya bağış altında yürüttükleri toplama sırasında gönülsüz davranan Ermenileri öldürmekten geri durmamışlardır.

1909 yılı başlarında Adana’da yakında Ermenilerin ayaklanarak Türkleri mahvedecekleri ve bu sebeple vilayetin Avrupa devletleri donanması tarafından işgal edileceği, sonrada Ermenistan’ın kurulacağı söylentileri ağızdan ağıza dolaşıyordu. Nisan ayı içerisinde her iki tarafında ilişkileri çok gerginleşti. Akşama sabaha iki tarafın birbirlerine saldıracaklarına kesin gözüyle bakılıyordu. Ermeniler, 29 Mart 1909 Pazar günü Mersin’de Türkler aleyhine, Timur ile ilgili bir tiyatro oynattılar. Oyunun adı “Sivas’ın Timurlenk tarafından tahribi ve Ermeni mazlumları”dır. Oyunda özetle, tüm Ermenilerin öldürülmüş olduğu yalnızca üç kişinin sağ kaldığı ve büyük bir Ermenistan Krallığı kurulması için bu üç kişinin birleşmesinin birlikte hareket etmesinin yeterli olacağı anlatılmaktadır[36]. Bu tiyatro ile bağımsız bir Ermeni devletinin propagandasını yapan Ermeniler, ortamın daha da gerginleşmesine yol açtılar. Piyesten çıkan Ermeniler, “yaşasın Ermeni Krallığı” diye nâralar atıyorlardı. Bu gergin ortam 9 Nisan’dan sonra bir isyan havasına dönüşmüştür[37].

9 Nisan 1909 Cuma günü, İsfendiyar ve Rahim adlı iki Türk gencin Ermeni Ohannes tarafından öldürülmesi[38] ve katilin yakalanmaması ve katilin Gökdereliyan Karabet tarafından saklandığı söylentileri[39], durumu iyice germiştir. Paskalya dolayısıyla Ermeni evlerinden atılan silahlar ve yapılan kutlamalar Müslüman halk üzerinde büyük heyecan yaratmıştır. 13 Nisan akşamı Ermeniler tarafından birkaç Müslüman’ın öldürüldüğü haberinin yayılması tahrikleri artırdı. Adana valiliği elindeki az sayıda asker ile güvenliği sağlamaya çalışırken, başvurulan bir başka yöntemde her iki tarafa da nasihatçiler gönderilmesiydi[40]. Olaylara bakıldığında ne güvenlik tedbirleri, ne de nasihatçiler başarılı olamamışlardır.

14 Nisan 1909 Adana Ermeni isyanının başlangıç tarihidir. 14 Nisan Çarşamba günü bir Ermeni Papaz çarşıda dükkânlarını açmakta olan Ermeniler arasında dolaşarak dükkânlarını kapatmalarını sağlayacaktır. Bunu gören Müslüman halkta hızla dükkânlarını kapatıp evlerine çekilmeye başlamıştır. Valilik gerginliği azaltmak için Türk ve Ermeni ileri gelenlerini valiliğe çağırıp sükûnet telkin etmişse de başarılı olamayacaktır[41]. Valilik olay çıkmasını önlemek için mahalle aralarında devriyeler çıkarmıştır. Valiliğin gönderdiği kuvvetlere karşı Ermeni mahallelerinden ateş açılmaya başlamış, bir jandarma ve polis şehit olmuştur. Aynı gün Müslümanlar tarafından çok sevilen İmam zâde Nuri adında bir âlimin Ermeniler tarafından öldürülmesi olayların daha da artmasına sebep olmuştur[42].

Araba ile sokaktan geçen iki Ermeni etrafa ateş açıyorlardı. Ermeni mahallesine giden bir Ermeni fedaisi Müslümanlara hakaret ediyordu. Eski tercüman Sisliyan’ın evinden açılan ateş sonucu bir Müslüman öldürülüyordu. Bunun üzerine Müslüman ve Ermeni halk arasında çatışmalar başlamıştır. Müslümanlar sokaklardan, Ermeniler ise caddelere bakan evlerden, buralardaki deliklerden ateş ediyorlar ve yangınlar çıkarıyorlardı. Ermeniler tarafından yakalanan Müslümanlar derhal öldürülüyordu[43].

Adana valisi Cevat Bey, olayların başlamasının ardından İstanbul’a telgraf çekmiş, Adana’da çıkan olaylardan dolayı bir miktar polis gücü istemekteydi. İkinci telgrafta ise şehirde çatışmaların başladığını ve acele yardım gönderilmesini bildirmektedir. Osmanlı Hükümeti ise, İstanbul’da 31 Mart hadiseleri ile meşguldü. Adana olayları ile ilgili yabancıların olaylara karışmamasını isteyen telgraf çekmekteydi. Yabancı uyruklulara saldırı yapılmaması, konsoloslukların güvenliğinin sağlanması yönünde emirler gelmiştir. Yabancı müdahalesini sağlamak için bütün bölge Ermenilerini silahlandıran ve bu işten hayli kazanç sağlayan Adana olaylarının birinci derecede sorumlusu olan Episkopos Muşeg olaylardan iki gün sonra Kıbrıs’a oradan da Mısır’a kaçmıştır[44].

15-17 Nisan 1909 günlerinde Adana, geniş ölçüde karışıklıklara sahne olmuştu. İlk silah sesi duyulur duyulmaz Ermeniler kendi mahallelerine koşuyor, barikatlar kurarak Türklere ateş açıyorlardı. İngiltere’nin Mersin konsolos yardımcısı Binbaşı Doughty Wylie’nin iddiasına göre, hocalar ve mürteciler tarafından kışkırtılan Türkler ise, köşe başlarında ve damlar üzerindeki Ermenileri kovalıyorlardı. İngiliz binbaşı Doughty yetkilileri emrine vermeye inandırdığı 50’ye yakın Türk askeri ve jandarma komutanı ile beraber borazan sesleri altında şehrin sokaklarını dolaşıyor, yabancıları kurtarıyor, yabancı okul ve misyon binalarına bekçiler yerleştiriyor ve gittiği her yerde çarpışmaları durduruyordu. İngiliz binbaşı daha sonra Lowther’e gönderdiği yazıda: “gittiğimiz her yerde çarpışma durdu, bazen süngüyle saldırarak, bazen de kalabalığın başları üzerinden ateş açarak sokakları temizledik” diyordu. Doughty Wylie bir tedbire daha başvurmuştu. Bir tellal aracılığı ile herkese evlerine dönmelerini emrediyor, sokağın bir ucundan öteki ucuna dek ateş açılacağı uyarısında bulunuyordu. Ama kent çok büyük olduğu için bu tedbir kısmen başarılı olmuştu. Her hangi bir güvenlik birliğinin devamlı kenti denetleme imkanı yoktu. Öğleye doğru şehirde yangın çıkıyor, Türkler ile Ermeniler evden eve çarpışıyorlar, durumu kontrol etmek hemen hemen mümkün olmuyordu[45].

Adana olayları karşısında Şeyhülislam 17 Nisan 1909’da Adana Müftüsü’ne gönderdiği telgrafta; katliamın şeriata ve beşer hukukuna aykırı bir davranış olduğunu ve bu duruma bir an evvel son verilmesini ve bunun bütün Müslüman ahaliye anlatılmasını istiyordu. Ermeni Patrik vekili Ohannes Efendi de Adana’da Ermeni Kilisesi vekiline gönderdiği telgrafta; çarpışmaya son verilmesini diliyor ve hürriyetin egemen olduğu bir zamanda anayasaya aykırı bu tür davranışlardan dolayı şaşkınlığını ifade etmekteydi[46].

19 Nisan günü Beyrut’tan 100 Türk askerinin Adana’ya gelmesiyle sağlanabilen sükûnet zaman zaman tehlikeye düşmüştür. Çarpışmaların devam etmesi üzerine Adana’da sıkıyönetim “örfi idare” ilan edilmiş ve her yerden asker sevkiyatına başlanmıştır. Osmanlı Hükümeti Adana’ya vali Cevat Bey’in yerine Burdur mutasarrıfı Mustafa Zihni Paşa’yı atamıştır. Garnizon Komutanı Tümgeneral Mustafa Remzi Paşa’da görevinden alınmıştır. Osmanlı Hükümeti, Adana’ya bir kruvazör ve bir miktar silahlı denizci gönderilmesini de karar altına almıştır[47].

Bu arada Ayas sahilinde bulunan iki Hıristiyan kasabasının yanması sırasında, bu kasabalarda ikamet eden Lazarist papazların hayatları tehlikeye girmiştir. Olaylar sırasında iki Amerikan misyonerinde hayatını kaybettiği ortaya çıkmıştır. Oysa Dâhiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) bu hususta gereken tedbirleri alması için vilayeti uyarmıştı. Ama çıkan isyan sebebiyle yabancıların zarar görmesi, Osmanlı devletinin iç işlerine karışmak için fırsat kollayan ve bahane arayan Avrupalı devletleri çoktan harekete geçirmişti[48]. Türk sularına girmek için emir alan İngiliz, Fransız, Rus ve diğer yabancı savaş gemileri 25 Nisan dolaylarında Mersin ve İskenderun limanlarına ulaşmışlar, böylece Gayrimüslim halka güven iadesi yapmışlardır. Daha sonra ise, Amerikan, Alman ve Avusturya gemileri de kendi uyruklarını korumak amacıyla diğerlerine katılmışlardı. Türk sularına en çok savaş gemisi göndermeye gayret gösteren Fransa ile Yunanistan olmuştur. Bu arada Fransız, İngiliz ve Alman savaş gemileri kaptanlarının Adana valisini ziyaretleri iyi bir etki yapmıştır. Ermeniler yabancı devletlerin müdahalesi konusunda ısrar etmişlerse de bu konu da başarılı olamamışlardır[49].

Adana merkezi ile Hamidiye kasabasında başlayan olaylar kısa sürede etrafa da sıçramıştır. Kısa zaman içerisinde olaylar; Bahçe, Maraş, Tarsus, Payas, Haçın, Erzin, Dörtyol, Antakya, Kozan gibi, diğer yerleşim yerlerine de yayılmıştı. Türkler ile Ermeniler arasında Çukurova bölgesinde görülmemiş korkunç olayalar meydana gelmekteydi. Türkler ile Ermeniler sadece Çukurova’da değil, İskenderun körfezindeki sahil boyunca her yerde bir birlerini öldürüyorlardı. Bu olaylarda ölenlerin sayısı hayli yüksektir[50].

Dörtyol’da olaylar eski tahrirat kâtibi Ali İlmi’nin Ermeniler merkezi bastı şeklinde yaygara koparması ile başlamıştır[51]. Ermeniler postallı gerillalarını derhal devreye sokarak Ocaklı ve Azizli Ermenilerini Dörtyol’a taşımışlar ve şehirdeki Türk ahaliyi uzaklaştırmışlardır. Nacarlı köyünde Ermeniler ellerinde bulunan dört top ile civar köylere ateş açmaya başlamışlardı. Koziçli İmamı Gök Müftüyü arabuluculuk sırasında öldürmüşlerdi[52]. O vakitler Dörtyol’da eli silah tutan Ermeniler, her hanede 20-30 silahlı Ermeni militan olmak üzere 40.000-50.000 bin civarında silahlı fedai toplanmıştı. Bunların cümlesi sözde pamuk toplamak için güya işçi olarak gelmişlerdi. Taşnakların teşviki ile Kilikya Ermenistanı’nı kurmak için bir araya gelmiş, Zeytunlu, Vanlı, Muşlu, Bitlisli, Rusya’dan gelmiş Ermenilerdi ki, bunları Muşeg boş arazilere yerleştirmek için toplamıştı[53]. Buralarda silahlanan Ermeniler, Adana olayları sırasında harekete geçmiş, bölgede katliam yaparak halkı tedhiş yoluyla panik çıkarıyorlardı.

14 Nisan 1909’da Bahçe kasabasında karışıklıklar başladı. Bölgeden Dörtyol’a doğru giden Ermeniler yolda karşılaştıkları masum elli kadar Türkü öldürdüler. Ermeniler 16 Nisan’da Bahçe ve Hasanbeyli’yi kuşatma altına almışlardır. Dörtyol’da Ermeniler, Müslümanlar üzerine ateş açarak Müslüman mahallesindeki evleri ateşe vermişlerdir. 18 Nisan’da Payas hapishanesinden 3000 kadar mahkûm firar etmiştir. Bahçe kaymakamı Sait Bey, isyan boyunca evlerin yakılıp yıkıldığını, ölü sayısının çok fazla olduğunu belirtmiştir. Dörtyol kuşatmasına giden Ermeniler, Kozan civarındaki Müslüman köylerini yakıp yıkmışlardır[54]. Çatışmalar en fazla Dörtyol civarında yoğunlaşmış, Ermeniler şehirdeki Müslümanları kovarak, şehri kendileri için bir savunma merkezi yapmak istemişlerdir.

Adana Ermeni olayları sırasında, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Haçın ve civarı da etkilenmiştir. Aslında Haçın Ermenileri Adana’da etkileri görülmeyen Zeytun isyanı başta olmak üzere Anadolu’da çıkarılan birçok Ermeni isyanına katkı vermişlerdir. Haçın Ermenileri Bahadiryan Minas adında bir Ermeni başkanlığında bir cemiyet kurarak, yurt dışından silah getirmişler ve Adana olaylarında kullanmışlardır[55]. 1909’da Adana olayları sırasında, Haçın’de 17 Nisandan itibaren olaylar başlamış, 22 gün sürmüştür. Ermeniler Haçın’in giriş ve çıkışını kapatarak, Türkler üzerine saldırıp 30 kadar insanı öldürmüşlerdir. Haçın olayları sırasında Teğmen Teber parçalanarak öldürülmüş, onbaşı Mehmet ve Reji kolcusu Hacı Ağa ile oğlu Saadettin öldürülürken, 8 kişi de Kağnıpazarı’nda kurşunlanmıştır. Ölü sayısının artması üzerine Misis taburu buraya sevk edilmiştir[56].

Adana, çevre şehirler ve kasabalarda meydana gelen olaylar sonlandırılıp, yaralar devlet eliyle sarılmaya çalışılırken, Adana’da olayların ikinci safhası başlamıştır. Bu ikinci Ermeni olayları sadece Adana il merkezinde yaşanırken, birinci aşamaya göre daha yıkıcı olmuş ve feci sonuçlar doğurmuştur. 25 Nisan 1909’da Ermenilerin bekçi merkezi ve Salcılar’da birer askeri öldürmeleri, ardından Kale kapısı denen alanda bulunan kahvehanelerde oturan Müslümanların üzerine ateş açmaları, şehrin Ermeni mahallelerinden geldiği varsayılan gençlerin şehrin merkezinde bulunan Kemeraltı Camii mevkiindeki nöbetçi askerlere ateş açmaları olayların yeniden başlamasına sebep olmuştur[57].

Ermeni komitecilerin kışkırtması ile şehir yeniden ateşler altına alınmıştı. Çatışmalar bütün gece devam etmişti. Adana’nın yandığı büyük yangında[58] yanan binalar arasında; şifa evleri, kiliseler, camiler ve Misyon binaları da bulunuyordu. İngiliz Doughty Wylie, olaylar sırasında Adana’yı dolaşırken, yanan evlerin içinden birçok fişek sesleri geldiğini ve sokakların enkazla dolu olduğunu anlatıyordu[59]. Bu yangınlarda komitecileri kasıtlı tutumları hissediliyordu. Komiteci militanlar, yabancı devletlerin müdahalesini sağlamak için Ermeni mahallelerinde devriye gezen Rumeli askerlerine ateş açarak 15 Türk askerini öldürmüşlerdi. Çok sayıda bomba kullanmışlardır. Elindeki görüşme bayrağı ile nasihate giden Amerikan konsolosu da Ermenilerin attıkları kurşunlar ile ecel terleri dökmüştür. 25 Nisan günü çıkan olaylar, valilik ve askeri kuvvetlerin uzun uğraşları sonucu bastırılabilmiştir. 26 Nisan’da olayların yatışması ile yanmış olan Ermeni evlerinde bombalar, dinamitler ve tahrip kalıpları, Ermenistan arma ve bayrakları, kırma ve mavzer tüfekleri, çeşitli silahlarla donanmış Ermeni fotoğrafları bulunmuştur[60]. Bulunan silah ve mühimmat Ermenilerin çatışma için önceden ne denli bir hazırlık yapmış olduklarını göstermekteydi.



Adana Olaylarının Sonuçları:

14 Nisan’da başlayıp 26 Nisan 1909’da sona ermiş olan Adana Ermeni olaylarında Adana ve çevre kent ve kasabalarda yaşayan Ermeniler ve Türkler birbirleri ile kıyasıya çatışmışlar ve bu süre içerisinde birçok insan hayatını kaybettiği gibi şehirde harabeye dönmüştür. Adana olayları ile ilgili en fazla tartışılan konu öldürülen insan sayılarındadır. Bu konuda çok farklı sayılar verilmektedir[61]. İngiliz büyükelçisi Lowther, yeni çıkan olaylarda ölenler ve yaralananlara ilişkin kesin rakamlar vermemekle beraber Adana’da iki bin (2000) ölünün gömülmüş olduğunu ve bunlardan 600’ünün Müslüman olduğunu tespit etmiştir. Osmanlı yönetiminin yayınladığı resmi rakamlara göre bütün olaylarda 5.400 kişi ölmüştür. Ama İngiliz büyükelçisi Lowther bu sayıyı düşük bularak toplam 15.000-20.000 arasında insan öldüğünü ve 15.000 Ermeni’nin yoksul düştüğünü ifade etmekteydi. Vali Cemal Paşa, ölenlerin 17.000 Ermeni ve 1.850’sinin Müslüman olduğunu öne sürmektedir. Edirne’nin Ermeni asıllı milletvekili Agop Babikyan, Osmanlı meclisi için hazırladığı, ama vefat ettiği için incelenmeyen raporunda bu rakamı 21.000 olarak vermektedir[62].

Ermeni komitacıları Adana olayları dolayısıyla Avrupa’ya yazdıkları raporda 30.000 kişinin öldüğünü yaymışlardır. Patrikhane’den gönderilen soruşturma heyeti ölü sayısını 21.330 olarak tespit etmişlerdir. Adana valiliğinden bildirilen resmi veriye göre olaylarda bütün ölen insan sayısı 10.000’den aşağıdır[63]. İstanbul’da Osmanlı meclisinde Adana olaylarında ölenlerin sayısı hakkında Ermeni Zahop Efendi ve arkadaşlarının 20.000-30.000 Ermeni’nin öldüğünü iddia etmeleri üzerine, Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Ferik imzası ile sunulan tezkirede, olaylardaki ölü ve yaralı sayısı hakkında bilgi verilmiştir. Adana olaylarında; Müslümanlardan 1.924 ölü, 533 yaralı, Ermenilerden 1.455 ölü ve 382 yaralı olduğu açıklanmıştır[64]. Bu rakamlar en gerçekçi veriler gibi gözükmektedir. Yine aynı raporda Adana’nın toplam nüfusu 350.000 bu vilayette yaşayan Ermeni sayısı ise 48.447 olarak belirtilmektedir[65]. Adana olaylarının ardından bölgede görev yapan Harp Divanı’nın hazırladığı raporda ise, olaylarda toplam ölü sayısı 6.429 olarak verilmektedir. İsmail Hami Danişmend ise öldürülen insan sayısını; 1.850 Türk ve 1.700 Ermeni olarak vermektedir[66].

O dönemde bütün Adana vilayetindeki Ermeni sayısı 48.000 kişi olduğuna göre, 21.000 veya 30.000 Ermeni öldürülmüş olsa, Adana ve havalisinde çok az Ermeni kalmış olurdu. Halbu ki, bu Ermeni nüfusun 25.000 kadarı karışıklık çıkmamış olan yerler, birçokları aşağılara, Lazkiye taraflarına kaçmışlar ve olaylardan sonra geri dönmüşlerdir[67]. Bu dönemde Adana’da yaşayan Ermenilerin yanı sıra isyan amaçlı olarak 20.000 kadar Ermeni’nin bölgeye gelmiş oldukları anlaşılmaktadır. Bu rakamlar ile birlikte isyana katılmış olan Ermeni sayısı yaklaşık olarak 30.000-35.000 arasındadır. Bu durumda Ermenilerin ölmüş olanlar ile ilgili vermiş oldukları sayılar abartılı ve tamamen tutarsızdır.

Adana olaylarında ölenler ile ilgili verilen sayılar arasında en tutarlı olan Adana valisi Cemal Paşa’nın verdiği rakamlardır. Bununla birlikte Cemal Paşa’nın da Osmanlı Hükümeti gibi, Avrupalıların baskısı altında kalarak, onların olaylara müdahalesinden çekinerek Ermeni yanlısı bir tutum sergilemesi, O’nun vermiş olduğu rakamlarda bile bir abartının olabileceğini göstermektedir. Olaylardan sonra Adana’ya soruşturma ve bir rapor hazırlayarak meclise sunma düşüncesi le meclis tarafından oluşturulan komisyonda bulunan Yusuf Kemal Bey, 17.000 sayısının basım hatası olduğunu, gerçek ölü sayısının 1.700 olduğunu kamuoyuna açıklamıştır[68]. Damar Arıkoğlu ise bu sayıyı 1.800 olarak vermektedir[69].

Osmanlı devleti olaylardan sonra Adana bölgesine mahkeme heyetleri göndermiştir. Bir taraftan Adana olaylarının sorumlularını bulmaya çalışırken, öte yandan olaylarda zarara uğrayan vatandaşların yaraları sarılmaya çalışılmıştır. Bu amaçla Osmanlı devleti, zararları tazmin için ilk ödenek olarak 30.000 TL göndermişti. Osmanlı Meclisi de yanan yerlerin bakım ve onarımı için 200.000 TL bağışta bulunmuştur[70]. Adana olaylarından yaklaşık olarak 70-75 gün sonra da Adana ve civarında zarar gören gayrimenkullerin tespiti tam olarak yapılmıştır[71]. Bölgeye yapılan yardımlar devamlı artış göstermiştir. Hükümet olaylar sırasında malları yananlara karşılıksız tapu senedi verilmesini kararlaştırmıştır. Evleri yayanlara çok hızlı bir şekilde evler yapıldı. Adana şehrindeki bu yeni yerleşim merkezine bu sebeple Çarçabuk Mahallesi denilmiştir[72].

Adana olayları sebebiyle yetim kalan Ermeni çocukları için bir yetimhane yapılmasına karar verilmiş ve Giritliler mahallesinde elli dönümlük bir arazi üzerine inşaatına başlanmıştır. Söz konusu bina bitinceye kadar Ermeni kilisesi yakınlarındaki ilk öğretmen mektebi olan bina kiralanarak 140 çocuğun eğitimine başlanmıştır. Yine Mersin’de 300, Haçın, Bahçe ve Dörtyol’da 100’er çocuğu barındıracak binalar kiralanarak yetimhaneler faaliyete geçirilmiştir. Adana’da yetim kalan Ermeni çocukları için yapılan bina, çok büyük ve ihtişamlı bir bina olarak törenle, Vali Cemal Paşa’nın insanların gönlünü alarak yapmış olduğu bir konuşma ile açılmıştır[73].

Adana olaylarının ortaya çıkardığı bir diğer sonuçta, bölgeden başka yerlere yapılan göçlerdir. Nisan 1909’da yaşanan Adana olaylarından sonra Ermeniler, Kıbrıs, Beyrut, İstanbul, İzmir gibi yerlere göç etmişlerdir. Adana olaylarından sonra 258 aileye göç için izin verildiği, yaklaşık 200 hanenin de izin başvurusunda bulunduğu bildirilmiştir. Göçler daha ziyade güvenlik ve ticarî kaygılarla gerçekleşmiştir. Ermeni komiteleri, Osmanlı devletinin şefkatli ve adil yaklaşımına rağmen basın ve yayın yoluyla Türkleri karalayarak iftiralarını sürdürmeye devam etmişlerdir.

Avrupa kamuoyunda Adana’da Ermenilerin katledildiği yolunda yaygaralar kopardılar. Bunun üzerine hükümet Adana faciasının Ermeniler tarafından düzenlenmiş ve istiklal davasına dayanmış olduğuna dair Paris elçiliği aracılığı ile bildiri yayınlamıştır. Hükümetin olayları kontrol altına alıp sona erdirdiği, zarar görenlerin zararlarının karşılanması için gereken paranın gönderildiği, suçluların tespiti için çalışmaların devam ettiği ve suçluların cezalandırılacağı belirtilmiştir[74].

Osmanlı Hükümeti bölgeye suçluları cezalandırmak üzere bir askeri mahkeme göndermiş, meclis adına olayları soruşturmak ve rapor hazırlamak üzere de milletvekillerinden bir komisyon oluşturmuştur. Bu komisyonda Tekirdağ milletvekili Ermeni Agop Babikyan, Kastamonu milletvekili Yusuf Kemal ve Danıştay başkâtibi Arif Bey ile Ermeni yargıç Musdikyan görev almışlardır. Komisyon uzunca bir araştırmadan sonra olayların Ermeniler tarafından kışkırtıldığını ve çıkarıldığını, ayrıca bölgede Ermenilerin kurmayı hayal ettikleri Ermeni devletinin planlarını ortaya koyacaktır. Ermeni milletvekili Babikyan, Hınçak örgütü lideri Muratyan tarafından ölümle tehdit edilmiştir. Osmanlı ayan meclisi üyesi Gabriyel Noradonkyan Efendi olayları araştırmakla görevli bir komisyonun meclisi mebusan tarafından oluşturulmasını faydalı ve memnun edici bir gelişme olarak değerlendirmiştir[75]. Yusuf kemal Bey ise, raporunda olayların Ermenilerin tahriki ve Türklerinde cehaleti sebebiyle meydana geldiğini belirtmektedir[76].

Prof. Dr. Remzi KILIÇ

Erciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi

http://remzikilic.com/Sitesinden Alıntı_

Altan Deliorman, Türklere Karşı Ermeni Komitacıları, 3. Baskı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1980, s. 94.

[23] Klavuz, a.g.e., s. 31.

[24] Abdurrahman Çaycı, Türk-Ermeni İlişkileri ve Gerçekler, Atatürk Araştırma Mekezi Yay., Ankara, 2000, s. 47.

[25] Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, Hazırlayan Alev Dikici, Adana, 2000, s. 47.

[26] Toros, a.g.e., s. 49.

[27] Kemal Çelik, Milli Mücadele’de Adana ve Havalisi (1918-1922), TTK. Basımevi, Ankara, 1999, s. 18.

[28] Ahmet Eyicil, “Çukurova ve Maraş’ta Fransız İşgali ve Ermeni Mezalimi”, Kahramanmaraş’ta Ermeni Sorunu Sempozyumu, Kahramanmaraş, 2002, s. 43.

[29] Ural, a.g.e., s. 305.

[30] Mehmet Asaf, 1909 Adana Olayları ve Anılarım, Çev. İsmet Parmaksızoğlu, TTK. Yay., Ankara, 1982, s. 10.

[31] Bildirici, a.g.e., s. 46.

[32] Ural, a.g.e., s. 305.

[33] Sonyel, a.g.m., s. 1269.

[34] Bildirici, a.g.e., s. 46.

[35] Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Sistem Ofset, İstanbul, 1990, s. 48.

[36] Abdurrahman Şeref, Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi, Haz. Bayram Kodaman-Mehmet Ali Ünal, TTK., Yay., Ankara, 1996, s. 203-204; Alper Gazigiray, Osmanlılardan Günümüze Kadar Vesikalarla Ermeni Terörünün Kaynakları, Gözen Yay., İstanbul, 1982, s. 209.

[37] Arıkoğlu, a.g.e., s. 43.

[38] Seda Bayındır, Adana Ermeni İsyanı (1909), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üni., Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, 1997, s. 30.

[39] Cezmi Yurtsever, Ermeni Terör Merkezi Kilikya Kilisesi, Çukurova Tarihi Araştırmaları Serisi:2, Bayrak Matbaacılık, İstanbul, 1983, s. 268; Ahmet Şerif, Anadolu’da Tanin, Kavram Yay., İstanbul, 1977, s. 170.

[40] Bayındır, a.g.e., s. 31.

[41] Turgay Akkuş, 1909 Adana Olayları, Yayınlanmamış Yüksek Lisan Tezi, Dokuz Eylül Üni., Atatürk ilkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İzmir, 2002, s. 53.

[42] Abdurrahman Şeref, a.g.e., s. 111.

[43] Uras, a.g.e., s. 556.

[44] Asaf, a.g.e., s.10; Bildirici, a.g.e., s. 48.

[45] Sonyel, a.g.m., s. 271; Klavuz, a.g.e., s. 38.

[46] Bildirici, a.g.e., s. 46; Bayındır, a.g.e., s. 38.

[47] Bildirici, a.g.e., s. 48; Akkuş, a.g.e., s. 58.

[48] Bayındır, a.g.e, s. 40.

[49] Mehmet Saray, Ermenistan ve Türk-Ermeni İlişkileri, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara, s. 51.

[50] Sonyel, a.g.m., s. 1274; Bayındır, a.g.e., s. 31; Hatipoğlu, a.g.m., s. 125.

[51] Asaf, a.g.e., s. 11.

[52] Taha Toros, Kurtuluş Savaşında Çukurova, Kültür Bak., Yay., Ankara, 2001, s. 50; Yurtsever, a.g.e., s. 271.

[53] Asaf, a.g.e., s. 14.

[54] Yurtsever, a.g.e., s. 271; Hatipoğlu, a.g.m., s. 125.

[55] Mustafa Onar, Haçin Dosyası, Önder Matbaası, Adana, 1984, s. 29-30.

[56] Onar, a.g.e., s. 35-38; Hatipoğlu, a.g.m., s. 124.

[57] Akkuş, a.g.e., s. 61.

[58] Bildirici, a.g.e., s. 49.

[59] Sonyel, a.g.m., s. 1276.

[60] Akkuş, a.g.e., s. 62.

[61] Klavuz, a.g.e., s. 43.

[62] Sonyel, a.g.m., s. 1276.

[63] Uras, a.g.e., s. 556.

[64] Seher Boykoy, “II. Meşrutiyet Dönemi Osmanlı Meclislerinde Ermeni Milletvekilleri ve Faaliyetleri (1908-1912)”, Hoşgörü Toplumunda Ermeniler, C.IV, ERÜ. Yay., Kayseri, 2007, s. 167.

[65] Akkuş, a.g.e., s. 89.

[66] Abdurrahman Şeref, a.g.e., s. 128.

[67] Uras, a.g.e., s. 556.

[68] Hatipoğlu, a.g.e., s. 122.

[69] Arıkoğlu, a.g.e., s. 53.

[70] Sonyel, a.g.m., s. 1276.

[71] Akkuş, a.g.e., s. 9.

[72] Cemal Paşa, a.g.e., s. 362; Gazigiray, a.g.e., s. 222; Arıkoğlu, a.g.e., s. 54.

[73] Cezmi Yurtsever, Anaların Gözyaşları, ÇSAM Yay., Adana, 2005, s. 40.

[74] Bayındır, a.g.e., s. 64.

[75] H. Aliyar Demirci, “İkinci Meşrutiyet I. ve II. Yasama Döneminde (1908-1912) Osmanlı Ayan Meclisi’nin Ermeni Üyeleri ve Faaliyetleri”, Ermeni Araştırmaları I. Türkiye Kongresi Bildirileri, C. I, ASAM Yay., Ankara, 2003, s. 311.

[76] Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, 2. Baskı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 2001, s. 148.

Sivrihisar’ın İşgali

yunan-mezalimi
 Düşmanın işgali ve geri çekilmesi esnasında yaptığı mezalimi tahkik heyeti ile görevli gazeteci Miss. Ellen, «Near East» gazetesine gönderdiği mektupta şöyle söylüyor: «Yunan ordusu geri çekilme esnasında; yaktığı köylerde halâ dumanlar tütüyordu; Köylüler çaresizlik içinde boynu bükük, yanık evlerin aralarında bitkin bir halde dolaşıyorlardı. Açlıktan bağrışan çocukları gördüm. Kendileriyle konuştuğumuz Köylüler «Düşman evlerimizi yaktı, mahsulümüzü tarlada berhava et­ti, yiyecek namına bir şey bırakmadı» diyorlardı. Yağma her harpte olur, fakat evleri yakmak, ırza taarruz etmek barbarlıktır. Yüz evli Mülk Köyü, 50 evli Oğlakçı, 80 evli Koçaş köyünün evleri tamamen yanmış olduğunu gördüm. Karılarının ve kardeşlerinin namuslarını korumak isteyen erkekler öldürülmüştür.» Mektup şöyle devam ediyor: «Para vermekten kaçınanlar katledilmiş, tarlalardaki ve ambarlardaki buğdayların tamamen yakıldığı, götürülemeyen hayvanların öldürülmüş olduğu, heyetimizce tespit edildi. Bu şenaatlerin Yunan Başkumandanının emriyle yapıldığını tespit ettik» diyor. İstanbul’da neşredilen «Yeni Gün» gazetesi muhabiri 11.Eylül 1338 tarihli mektubunda şu açıklamayı yapıyor: «Sivrihisar’la Eskişehir arasında ekserisi birer yığın toprak haline gelmiş, geri kalanı da yarı yarıya harap edilmiş pek çok köyler var. Düşman mezaliminin bu dehşeti önünde donup kalmamak, ürpermemek; imkan haricindedir… Zavallı köylülerin naklettikleri sözler, insanlık için utanç vericidir,» diyor. Bir Yunan subayı da 4. Kânunsâni, 1922 tarihinde Akşehir’den İngiltere’deki eşine yazdığı mektupta «Sakarya» dan döndüğümüz zaman genelde köylerin yakılma» için başkumandanımız dan emir verilmiştir. Bu emir üzerine üçüncü, onuncu fıkralardan köylerin yakılması için müfrezeler tayin edilmiştir.» Yuan Doğlis Sivrihisar ve Köylerinde YUNAN MEZALİMİ Buradan itibaren açıklamaya çalışacağımız konular; bir önceki başlıkta açıklandığı üzere. Ordumuzun Sakarya gerisine çekilmesi ile Sivrihisar’ımızın kurtuluşu arasındaki 38 gün içinde icra edilmiştir. Ordumuzun Sakarya gerisine çekilme kararından sonra. Yunan Birlikleri Köylerimizi işgale başladı. Her girdiği Köyde ordusunun ihtiyacı için gerekli yiyecek v.s. para ile almaya başlamış, da­ha sonra verdiği paraları birçok eza ve cefalarla geri almıştır. Bu arada yağma, talan, hırsızlık ve çeşitli işkencelerde korkunç derecede başlayarak, bağlar, bahçeler ve ekinler tahrip edilmiştir. 1 – Sivrihisar İşgal Ediliyor Sakarya istikametine doğru ilerleyen düşman, 12 Ağustos 1921 Kurban Bayramının birinci günü Kaza Merkezini de işgal etti. İşgal olayı o zamanı yaşayanların ifadelerine göre; Düşmanın öncü süvarileri Musallah önüne geldiler. Kaza ileri gelenlerinden ordumuz hakkında bilgi almak istedikleri sırada, Sakarya istikametine çekilen birliklerimizin artçıları tarafından Tombakkaya mevkinden yapılan birkaç el silâh atışına hedef oldular. Buna kızan Yunan Süvarileri, kaza eşrafından; Hekimin Osman, Salim Hoca ve Halktan birkaç kişiyi rehin alarak gittiler. Bilâhare bu kişileri serbest bıraktılar. Düşman kazayı işgal ettikten sonra kolordu karargahını ve hastahanesini ilçeye yerleştirme çabasına koyuldu. Ordumuzla Ankara’ya giden Belediye Başkanı’na vekalet et­mekte olan Hekimin Osman’dan bu amaca uygun bir yer istediler. Tenekeli mektep ve diğer okulları hastahane Biçerli Hasan Bey’in evini de karargâh binası olarak kullanmaya başladılar. Bu sıralarda Yunan askerlerinin yağma ve talana giriştikleri görüldü. Bu durum yapılan temaslar sonunda, sokaklara çıkarılan iki sivil Türk ile iki Yunan devriyelerinin marifetiyle önlendi. Düşman kuvvetleri Ankara istikametine doğru taburlar halinde geçiyorlar ve her geçtiği yeri harabe haline çeviriyorlardı. Para ve altın almak için insanlık dışı işkenceler ızdırap kaynağı oluyordu. Türk Akıncı Müfrezelerinin Sivrihisar’daki Kolordu Karargahına Baskını İşgalin 33 ncü günü, düşman mevzilerinden sızarak, kazaya kadar sokulmaya muvaffak olan 60 ila 70 civarındaki Akıncı süvarileri, Ada Tepe mevkinden dağlara kadar gelmişlerdir. Bağlarda üzüm toplamakta olan halk bunları görünce kaçmak teşebbüsünde bulundukları sırada, Akıncılar halkı durdurarak, Kazadaki düşman hakkında bilgi alıp acele evlerine dönmelerini istemişlerdir. Güneyden ve Şinşirak kayasından düşmanı çevirme hareketine koyuldular. Basıldığını anlayan düşman, ağır ve hafif makineli silahlarla mukabeleye girişmişse de, bu bir avuç Türk ün Kazadan içeri girmelerine mani olamamıştır. Sokaklarda yapılan amansız bir savaşta yenilgiye uğrayan düşman, tüm ağırlıklarını ve hastalarını kaza halkına cebren taşıtarak panik halinde Dümrek Köyü istikametine kaçmıştır. Düşman kaçarken Şubedeki Türk esirlerini de götürmek istemiş, bunlardan bir kısmını götürmüş, bir kısmı da kurtularak kazaya sığınmıştır. Bu savaş esnasında çok sayıda Yunan askeri öldürülmüş, Türk Akıncı Müfrezesi ise bir şehit vermiştir. [1] Müfreze Komutanı Kaza ileri gelenlerini toplayarak, bizim görevimiz bitmiştir. Düşman tekrar gelecektir. Onun için ne kadar Yunan gebereği varsa kaybedin dedi. Kaza halkı Yunan Gebereklerini çeşitli yerlere gömerek kaybettiler. Bu bir günlük kurtuluş sevincinden ve Akıncıların ayrılmalarından sonra Düşman pür hiddet kazayı işgale koyuldu. Bir avuç Türk’ten yediği darbe düşmanı çılgına çevirdi. Bunun neticesi Kemal Çet [2]. Buradan çıktı diye kazayı topa tu­tup yakmak teşebbüsünde bulundu. Ancak Türk Akıncılarından gizlenen Yunan Ordusunda görevli Doktor ile 16 civarında yaralının Kemal Çet buradan çıkmadı. Onlar başka yerden geldiler» diye açıklamalarından sonra Kazayı topa tutup yakmaktan vazgeçti. [3] [1] İsmi geçen şehit adına anıt dikilen yerde medfûndur. Çok sayıda düşman öldürmüş, kulübenin mazgalından giren bir kurşunla alnından vurularak şehit olmuştur. Vurulduğu yerde bir kalbur fişek kovanı bulunması kahramanca çarpıştığının delilidir. Nûr içinde yatsın. [2] Mustafa Kemal Paşa [3] Sivrihisar’ın niçin yakılmadığı hakkında bir çok söz. Söylene gelmektedir. Bunlar tamamen yanlıştır. Elde ettiğimiz kaynaklar, düşmanın kaçarken yakma fırsat bulamadığını doğrulamaktadır

Kaynak link: http://sivrihisar.web.tr

27 Nisan 2018 Cuma

MANİSA VE ÇEVRESİNDE YUNAN VAHŞET VE ZULÜMLERİ



MANİSA da YUNAN VAHŞETi ile ilgili görsel sonucu
MANİSA VE ÇEVRESİNDE YUNAN VAHŞET VE ZULÜMLERİ

15 Mayıs 1919 da başlayan ve üç sene dört ay kadar devam eden Yunan barbarlığını anlatan en iyi kaynaklardan biri de o günlerde yayınlanmakta olan gazetelerdir. Bu gazetelerden biri olan Hâkimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesinin verdiği bilgiye göre, “Manisa’da 10.700 ev, 13 cami, 2728 dükkan, 19 han, 16 bağ kulesi, 3 fabrika, 5 çiftlik binası 1740 köy evi ateşe verilerek yakılmıştır. 3.500 kişi ateşte yakılarak, 855 kişi de kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Manisa’nın içinde 300’den fazla İslam kızına tecavüz edilmiş ve bunların bir çoğu alınıp götürülmüştür. İl sınırları içinde bulunan tüm hayvanlar sürülüp götürülmüştür. Beraberlerinde alıp götürdükleri genç kızlardan hiçbiri geriye dönmemiştir. Halkın ziynet eşyası ve paraları kamilen alınmıştır. Köyleri yaktıran ve katlettirenler ise Yunan mevki komutanı Albay Paguraci ile muavini yarbay Kalipos'tur. (25)

Manisa yangınının zarar ve ziyanı 50.000.000 lirayı (1921 yılındaki para değerine göre) geçmektedir. Ayrıca Rumlar, Manisa’da İslam halkın dini ve milli duygularını tahrik ve tahkir etmişlerdir. Örneğin mezarlık kapıları kırılarak mezarlar üzerinde hayvan sürüleri gezdirilmiştir. Rumlar Sultan Tepesi’ne ve Ulu Camiye zorla girmişler Kuran-ı Kerim cüzlerini parçalamışlar, caminin minaresine çıkarak Rum mahallelerine mendil ve şapka sallamışlar ve şehrin tarihi saat kulesine çan takmışlardır. (26)

Manisa için anlatılan feci olayların çevre ilçelerde de aynen tekrar edildiği anlaşılmaktadır. 6.000 haneli Turgutlu’da 5800 evin tamamen yakıldığı ve 1200 civarında insanın katledildiği beyan edilirken ateşe verilen Alaşehir’de ise 4000 evden sadece 100 tanesi sağlam kaldığı ve yangından canını kurtarmak isteyenlerin kokak başlarındaki Yunan askerlerine hedef olduğu anlatılmaktadır. Alaşehir’deki yangında 3000 dükkan, 10 cami, 20 mescit tamamen yanarken, şehirden istasyona götürülen 300 kişilik kadın kafilesi Yunan makinalı tüfeklerinin ateşi altında kalmış ve çoğu ölmüştür.

Salihli, Akhisar, Gördes, Bergama, Menemen, Kınık gibi ilçeler ve bunlara bağlı köyler de Turgutlu ve Alaşehir gibi Yunan barbarlığına sahne olmuşlardır. Binlerce ev, işyeri, cami, mescit, okul ve istasyon yıkılmış yüzlerce insan insanlık dışı işkencelere maruz kalmış ve bir çoğu da öldürülmüştür. Sadece Menemen'in içinde 300, civarında da 700 kadar Müslüman şehit edilmiştir. (27)

Yunan kuvvetleri Manisa'yı işgalleri sırasında bağ ve bahçelerinde çalışırken tutuklanan yüzlerce Müslümanı İzmir üzerinden Atina'ya gönderdiler. Mısır'da esirken İngilizlerce serbest bırakılan yüz altmış kadar Müslüman da Manisa'da Yunanlılar tarafından tekrar esir edildi. Ağır şartlarda çalıştırılan bu esirler, gıdasızlık ve işkence yüzünden vefat ettiler. (28)

Yunanlılar Manisa'yı terk ederken, daha evvel hazırlanmış olduğu anlaşılan plân gereğince, Yunan Merkez Komutanı Yagorci ile Kurmay başkanının emir ve idaresi altında olmak üzere hareketle yangın, göğüsleri kırmızı işaretli ve başları siyah kalpaklı yangın postaları tarafından başlatıldı.

Şehir ateşe verilmeden 3 gün evvel Rum ve Ermeniler göç etmeye başlamış, hatta Musevilerin bile son gün göç etmelerine izin verildiği halde, Müslüman halkın şehri terk etmelerine engel olunmuştur. Yangın 6 Eylül 1922 akşamı ilk olarak kışlada çıkmış sonra çarşıya benzin dökülüp bombalar atılarak yakılmaya başlamış ve bu esnada hemen yangını söndürmeye gelen halka Yunan askerleri tarafından ateş açılarak halkın bir kısmı katledilmiştir. Yangın az zamanda birçok yerlerden çıktığı için halk elbise ve eşyalarından hiçbir şey kurtaramamıştır. (29)

Kadın, erkek, çoluk, çocuk yarı çıplak ve perişan bir halde dağlara, ovalara dağılan biçareler yollarda Yunan çeteleri tarafından soyulduktan sonra birçoğu da katledilmiştir. Bununla beraber çok sayıda kadın, ihtiyar ve çocuk şehirden dışarı çıkamadıkları için alevler içinde yanarak yok olmuşlardır. Gerek yangından evvel soygun yapılırken, gerek yangın esnasında Müslüman halk dağılırken çok feci olaylar meydana gelmiştir. (30)

Tire kasabasında 18, Ödemiş'te 60, Akhisar, Kırkağaç, Soma kasabalarında ve Gördes'te 83 İslâm köyünü ve 800 evi, ayrıca Kayacık bu cağını kamilen yakmışlardır. Binlerce halk evsiz kalmıştır. Bu faciadan kurtulabilen halk da malları gibi canlarından da emin olmadıklarından dağlara ve ormanlara sığınmışlardır. (31)

Ödemiş'i işgale gelen Yunan askerlerine mahalli kuvvetlerin karşılık vermesi üzerine, takviye alan Yunan birlikleri civardaki birçok köyü ve kaza merkezindeki çok sayıda evi ateşe verdiler. Ele geçirdikleri Müslümanları şehit edip, mallarını yağmaladılar. Bunun üzerine halkın bir kısmı göç etmeye başladı. (32) Ödemiş ve Tire dışında yine birçok işgal altındaki bölgelerde gerek Yunan askerlerinin, gerekse bundan cesaret alan yerli Rumlar’ın devleti hor görme, millete hakaret, ırza, mala tecavüz ve taşkınlıkları hat safhaya ulaşıyordu. (33)

Yunan mezalimi günden güne artmış, 3 Mart 1920’de Bozdağ tarafından taarruza geçmiş olan Yunan işgal kuvvetleri, Ödemiş’e bağlı 5-6 köyü yakmışlar, tamamı Türk olan halkın yoğun top ateşi altında canını zor kurtarmış ve Salihli taraflarına göç etmiştir. (34) Yunanlılar, Bozdağ civarındaki köylerden kaçamayan erkekleri katletmiş, kadınların da bir kısmının ırzına geçerek öldürmüşlerdir.

Gördes

Gördes ilçesi Kuvâ-yı Milliye'nin yatağı olduğu iddiasıyla, ilçenin yakılmasına memur edilen Yunan askerî kıtaları tarafından top ateşine tutularak tamamen yakılmıştır. Yangın sırasında şehirden çıkamayan birçok yaşlı, kadın ve çocukların da yandığı görülmüştür.

Geri çekilme anında Yunanlılar tarafından yakılan Gördes ilçesinde yalnız 27 ev ile ilçe dışında bulunan jandarma binası ve halka ait olan bağlarda birkaç ufak kulenin yangından kurtulduğu görülmüştür. Halkın yağma edilen eşyası dışında kalanlarının ve hükümet dairelerindeki tekmil ve mefruşatın yangında kül olduğu tespit edilmiştir.

Bu felâketten sonra Demirci'ye 1500 muhacir sığınarak 500'ünün daha sonra geri döndüğü ve 1000 kadar nüfusun o tarihte köy olan Demirci'ye yerleştirildikleri Dahiliye Nezareti'nden Erkanı Harbiye'yi Umumiye Reisliği'ne bildirilmiştir. (35)

Gördes'te yapılan Yunan vahşet ve zulümleriyle ilgili olarak bir başka belge (Hakimiyeti Milliye Gazetesi) yukarıdaki olayları teyit ederek ayrıca şu bilgileri vermektedir:

Gördes kasabası kamilen yakılmış, 1500 evden ancak 27 ev kurtulabilmiştir. 10 cami ile bir medrese de yakılmıştır. Kasabadaki evlerin tüm eşyası Yunanlılar tarafından gasp edilmiştir. Akhisar civar köylerinde yaşayan Hıristiyanların arabalarıyla bu eşyalar götürülmüştür. Gördes kasabasıyla Kayacık köyünde 60 kadar kadın ve kızın namusuna tecavüz edilmiştir. Gördes kasabasıyla civar köylerde kadın ve erkek 23 kişi şehit ve 113 kişi de çeşitli yerlerinden yara almışlardır. (36)



Alaşehir

İlçe Yunanlılar tarafından baştan başa yakılmış, halkı kısmen öldürülmüş, kadınlara tecavüz edilmiş, yapılan zulüm ve tahribat tespit edilememiştir. Alaşehir'den itibaren Manisa, Salihli, Turgutlu ve bu bölgedeki köyler de yakılmış, vahşet, zulüm ve cinayetler aynı yöntemlerle yapılmıştır. Boz köy kamilen yanmış, köyün görkemli camii de bu arada tahrip edilmiştir. Köyde Kayapınarlı bir kişi kurşunla öldürülmüştür. Köye ait tekmil erzak ve hayvanlar zorla alınarak götürülmüştür. (37)

Bergama'yı işgal eden Yunanlılar, Müslümanları katlederek, ırzlarına tecavüz, mal ve paralarını gasp ettiler. Bu mezalim yüzünden 50 binden fazla Müslüman sefil bir halde mülteci durumuna düştü. (38)

Bandırma'nın işgalinin ardından, yerli Ermeni ve Rumlardan çok sayıda kişi Yunan kuvvetlerine asker olarak katılmış, bir kısmı da çeteler oluşturmuştu. Bu gelişme üzerine harekete geçen efeler, oluşturdukları kuvvetlerle kısa sürede bu çeteleri bertaraf etmişlerdir. Bandırma'da bulunan Yunan kuvvetleri işgal süresince halka zulmetmişler, olmadık hakaret ve saldırılarda bulunmuşlardır. Bedelinin ödeneceğine dair ilanat vermelerine rağmen, halkın ekinine, hayvanlarına el koyarak kendi gemilerine yüklemişlerdi. Bilhassa Ermeni çeteciler halktan ve askerimizden pusuya düşürdüklerini hunharca katletmişlerdi. Bu saldırılara karşı bölgede hareket halinde olan Bacak Hasan, Talaşmanlı Hurşit, Pıtır Hüseyin, Gönenli Hasan gibi namlı efeler Rum ve Ermeni çetelerine bölgeyi dar etmişlerdir.

Bandırma'da bulunan Yunan Merkez kumandanı, Erdek ve Edremit diğer bazı kazaların mali işlerine müdahale ediyor, mal sandıklarından cebren para alıyordu. Buralardaki düyûn-u umumiye depolarında bulunan yağ ve zeytinlere el koyuyorlardı. İzmir'den gelen bir Yunan memuru, beraberindeki subayla birlikte Karesi livası defterlerini kontrol ediyordu. (39)

Yunanlıların Bandırma ve yörelerinde yapmış oldukları zulüm ve vahşet sonucu meydana gelen zarar ve ziyan şöyleydi:

Ölü sayısı : 890

Yaralı : 1219

Dayak ve işkence : 2228

Irza tecavüz : 113

Bekâret Giderme : 94

Yakılan ve Yıkılan Ev sayısı : 6134

Mağaza ve dükkân : 1357

Resmî Daire : 32

Dinî bina : 28

Mal ve Eşya

Koşum hayvanı : 4819

Kasaplık hayvan : 13424

Mahsul : 116 232 Kilo

Zayiat Değeri

Gayrimenkul : 54 688 055 Lira

Menkul : 45 312 045 Lira

TOPLAM : 100 000 000 Lira (40)

Prof. Dr. Metin Ayışığı
http://w3.balikesir.edu.tr/~metinayisigi/manisason.htm adresinden alıntıdır_


AYDIN VE ÇEVRESİNDE YUNAN VAHŞET VE ZULÜMLERİ


aydında yunanlı ile ilgili görsel sonucu

AYDIN VE ÇEVRESİNDE YUNAN VAHŞET VE ZULÜMLERİ

Tam mevcutlu bir tümen halinde Aydın’a yönelen Yunan askerlerinin bu hareketi, İzmir’de sergiledikleri vahşetin etkisiyle aydında günlerce önce başlayan korku ve paniği daha da arttırmıştı. Bu paniği engelleyerek şehri daha kolay işgal etmek isteyen Yunan işgal kuvvetleri komutanı Albay Zafiru, halkı rahatlatan bir beyanname yayınladı. Bu yüzden Aydın halkı 57. Tümen Komutanının dağıtmak istediği silahları reddetti ve neticede Aydın 27 Mayıs 1919 da rahatça işgal olundu. Vahşet, zulüm ve işkence olayları da aynı gün Aydın’ın üzerine karabulut gibi çökmüştü.

Yunan askerleri işgalin hemen ardından sergileyecekleri vahşetin hazırlıklarına başladılar. İlk önce Müslüman ahalinin tamamen silahsız kalması için, silahını teslim etmeyenlerin kurşuna dizileceğini ilan ettiler. Bu şekilde toplanan silahları yerli Rumlara dağıttılar. Müslümanların oturduğu semtlerin sularını kestiler ; yangın çıkarmak için belli noktalara gaz tenekeleri koydular ; gayr-ı Müslim halka, Müslümanlardan ayırmak maksadıyla, fes yerine zorla şapka giydirerek ev ve işyerlerini işaretlediler. Rum, Ermeni ve Yahudilere şapka giymelerini tembih ederek, bu kimselerin yanlışlıkla yağmalanmasını engellemek için iş yerlerini gösterir levhaların da Rumca yazılmasını emrettiler. Müslümanların olduğu mahallelerin sularını, çıkartacakları yangından birkaç gün önceden kestiler. Katliam esnasında hiçbir Türkün kurtulmaması için, Türklerin Hıristiyan evlerine sığınıp korunmalarını yasakladı.

Hazırlıklarını tamamlayan Yunanlılar Türk halkının ev ve iş yerlerine ateş açmaya başladılar. Bir çok Türk evi yağma edildikten sonra ateşe verildi. Bunu müteakiben Türk evlerine karşı top atışına başladılar. Evlerin içinde bulunan Türkler, alevlerden kaçmak için dışarı çıktıklarında yunan askerleri tarafından makinalı tüfeklerle öldürülmüşlerdir. Ayrıca yerli Rumlar da mevcut silahlarıyla bu katliama ortak olmuşlardır. Aydın Merkez Komutanlığının 57. Tümen Komutanlığına göndermiş olduğu raporda Aydın’da cereyan eden olayları şöyle anlatmaktadır.

Hava karardıktan sonra bu büyük evin kapısı kırılarak 14 kadar Yunan Efzun askerleriyle birkaç yerli Rum içeriye girip odada bulunanları soyduktan sonra 10-14 yaşlarında bulunan kızların dördünü ayırıp götürmek istediler. Kızların annelerinin yalvarmalarına karşılık Türkçe olarak edepsizce ve münasebetsiz sözler sarf ederek katliama başladılar. Üç kadınla iki erkeği öldürürken üç kız ve bir erkeği de yaraladılar... Çocukları anneleriyle birlikte kesmek ve bunların mahrem yerlerini açmak, burun, kulak el ve ayaklarını kesmek gibi vahşet ve cinayetler bu canavarların nazarında hiçbir şey değildir.” (13) Aydın’da şehri terk etmek üzere olan Yunan kuvvetleri ve Yerli Rumlar 205 kişiyi daha şehit etmişlerdir. Yunan işgalinden kurtularak özgürlüğe kavuşmanın bedeli maalesef Aydın’da da çok ağır olmuştur. Kentte 11500 ev, 50 cami ve mescit 400 kadar mağaza ve dükkan 130 yağ ve pamuk fabrikası, 160 okul ve 20 resmi bina yakılmış ve yıkılmıştır.

Hazırlık aşaması ve oluşumuyla sistemli bir şekilde devam eden Yunan vahşeti, kısa zamanda Aydın’ın ilçe ve köylerine de yayıldı. Bilhassa Nazilli, Germencik ve Söke ilçeleri çok şiddetli işkence ve cinayetlere sahne oldu. 3 Haziran 1919’da hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Nazilliye giren Yunan askerleri iğrenç ve vahşet dolu hareketlerine burada da devam etmişlerdir.

25 Haziran 1919’da İzmir’den aydın istikametine giden 97 İslam ailesini taşıyan yolcu treni Aziziye istasyonu Şimendifer muhafızı bulunan Yunan askeri müfrezesi nezdinde derhal durdurulup içinde bulunan yolculardan 67 erkek elleri kolları urganla bağlı olarak Aziziye tüneline götürülmüş ve üzerlerine Yunan askerleri tarafından yaylım ateşi açılmıştır. 30 İslam kadınına gelince Aziziye treninde bulunan Rumlar Çirkince Bucağında Yunan askerleriyle beraber İslam kadınlarının ırzlarına tecavüz etmişlerdir. Bu örnekler o civarda yaşanan binlerce olaydan sadece bir kaçını anlatmaktadır. Yunan askerleri ve yerli Rumlar insanlık dışı davranışlarıyla bölgedeki Türk nüfusunu azaltarak, hakimiyetlerini tehditlerden korumayı amaçlamışlardır.

Aydın 'ın işgali sırasında Yunanlıların yapmış olduğu vahşet ve cinayetler Aydın'dan çekilip gittikleri güne kadar sürüp gitmiştir. Facialara tanık olan Aydın tahrirat kalemi reisi Seyfi Efendi, Musluzade Hacı Ahmet Efendi ve Aydın nüfus memuru Süleyman Rüştü Efendiler de feci olaylar şöyle anlatıyorlardı:

Yunanlılar şehir dışında Türk çeteleri olduğunu bahane ederek katliama karar vermişlerdi. Bu kararlarını sokaklara beyannameler asarak ilân etmişler ve Karacaahmet, Cuma, Ramazan ve Terziler mahallelerinde ilk yangını çıkarmışlardı. Yangından kaçan, evinden dışarı fırlayan Müslüman halk süngü ile katlediliyor veya yanmakta olan evlerinin içine atılıyorlardı.

Aydın mutasarrıfından alınan resmî bilgilere nazaran kentte 11 500 ev Yunanlılar tarafından yakılmıştır. Bundan başka 50 cami, mescit ve tekke 400 kadar han, hamam, mağaza ve dükkân, 130 yağ ve pamuk fabrikası, 160 okul, medrese, 20 resmî bina yakılmış ve yıkılmıştır.
Düşmanın çekilmesi anında 205 kişi daha şehit edilmiştir. Şehir bir harabe haline gelmiştir. Bu esnada Aydın'da bulunan Aydın Millet vekili Doktor Mazhar Bey düşman zulümleri hakkında geniş bilgi vermiştir. Yunanlılar Aydın'ı terk etmeden bir hafta evvel halkın eşyalarını istasyonda depolamış ve bir hafta boyunca devamlı olarak yakma ve yıkma işleriyle meşgul olmuştur. Yakma ve yıkma işi bittikten sonra katliama başlayacak olan Yunanlılar Türk askerinin iki koldan Aydın'a girmeleri üzerine yıkılmak üzere fabrika ve sair büyük binalara kapattıkları halk canlarını kurtarabilmiştir. Ancak Yunanlıların istasyonda depolayıp götüremedikleri halka ait mal ve eşyayı tamamen yakmışlardır.

1919 Ağustosu başında Yunanlılar, Aydın ovasındaki bütün köyleri yaktıktan sonra Aydın şehir merkezinde de yangınlar çıkardılar. Kaçamayan Müslümanları hunharca öldürdüler. Germencik'te isimleri tespit edilebilen bin sekiz yüz Müslüman genç öldürüldü. Hızırbeyli köyündeki erkekler camide toplu olarak şehit edildiler. Katliâmın durdurulması ve işgalin kaldırılması için Museviler de dahil Aydın halkının ileri gelenleri İtilaf Devletleri mümessillerine telgraflar çektiler.

Avrupa Konferansı’na güvenen halktan hiç bir direniş görmeden Nazilli’yi işgal eden Yunan kuvvetleri, dinî ve millî değerleri rencide edecek davranışlarda bulunuyorlardı. Müslümanların evlerine zorla girip kadınlara tecavüz ediyor, değerli eşyalarını gasp ediyorlardı. Yunan askerlerini şikayet edenler derhal tutuklanıyordu. Evinde silah çıktığı bahanesiyle ve hiçbir tahkikat yapılmadan birçok Müslüman hapsedildiği gibi bazıları da kurşuna diziliyordu.

Bu yerlerdeki bütün Türk halkına ait olan arazi işletilmekte ve sahiplerinden üç misli ve üç senelik vergi ödenmesi talep edilmekteydi. Halkın el ve avuçlarında kalan son para varlığı da alınmakta olduğu gibi kesim ve iş hayvanlarına varıncaya kadar sahip oldukları ne varsa hepsi halkın elinden alınıyordu.

Hemen her köy ve kasabada açılan meyhaneleri işleten Rum meyhanecileri İslâm halka “şu kadar rakı borcun var” diyerek, bir kuruş borcu olmadığı ve hatta çoğunun öteden beri ağzına içki koymadığı halde Müslüman halkı soymak amacıyla istedikleri parayı zorla alıyorlardı. Vermeyenler hakkında bölgedeki Yunan komutanlıklarına başvurarak o zavallı İslâm halkın eşyasını sattırıp, yalan söyleyip inkâr ediyorlardı. Asılsız nedenlerle halka dayak atılıp işkence ettikten sonra bilinmeyen bir yere sürgün olarak gönderiyorlardı.

İşgal esnasında Nazilli halkından Mehmet Turgut adındaki şahsın genç kızı su almak üzere mahalle çeşmesine giderken yolda karşısına çıkan Yunan askerleri tarafından yakalanıp zorla ırzına tecavüz edildikten sonra zavallı kız aynı yerde öldürülmüştür. Bu arada birçok genç kadın ve kızların da ırzlarına tecavüz edildikten sonra Atina'ya gönderilmişlerdir.

Neticede hemen hergün periyodik ve sistemli bir yok etme siyasetiyle şehit edilmekte olan kadın, erkek Türk halkı hayatı ve namusu, servet ve mukaddesatı gibi en kutsal varlıklarına taarruz ve tecavüz edilmesi, alışılmış olaylar sırasına girmiş ve az zaman içinde bu talihsiz halktan hiçkimse ve serveti dahil hiçbir şey kalmayacak şekilde mahvedilmişti.

Yukarı Nazilli'de 4000, aşağı Nazilli'de 1500 ev bulunmakta idi. Yukarı Nazilli'den 3000, Aşağı Nazilli'den de mevcut evlerin 2/3'si yakılıp yıkılmış ve ilçe namına hemen hemen hiçbir şey kalmamıştı. Evvelce Yukarı Nazilli'de 12000, Aşağı'da ise 5000 nüfus varken sonunda kentte ancak 3000 kişi kalmıştı. Düşman çekilirken ilçeyi yakmış, bu esnada 300 kişiyi öldürmüş ve cesetler çoğunlukla kuyulardan çıkartılmıştı.

Prof. Dr. Metin Ayışığı
http://w3.balikesir.edu.tr/~metinayisigi/manisason.htm adresinden alıntıdır_


YUNANLILARIN ÇEKİLME SIRASINDA İZMİR YÖRESİ ve İZMİR'DE YAPMIŞ OLDUKLARI VAHŞET ve ZULÜMLER




Üç yıldan fazla Yunan işgali altında bulunan Ege bölgesindeki halkın maruz kaldığı vahşet, cinayet ve işkencelerin tamamının anlatılması imkânsızdır. Çünkü belgeleri ele geçmemiş veya belgelenmemiş daha nice vahşet ve cinayetler meçhulün karanlık sır perdesi altında kalmıştır. Ancak, Başbakanlık Osmanlı Arşivi ile Genel Kurmay Başkanlığı ATASE Arşivi kaynaklarında Yunan zulmü ile ilgili binlerce belge mevcuttur.

Elefterios Venizelos'un devamlı gayretleri ve diğer büyük devletlerin desteklemesi sonucunda İzmir'e Yunan askeri çıkarılması 15 Mayıs 1919 tarihinde uygulamaya konuldu. Yunan istilâ gücü, Amerikan, İngiliz, Fransız ve Yunan savaş gemilerinin koruyuculuğunda İzmir'e çıktı. Yunanlıların İzmir'de giriştiği kırım harekâtı tüyler ürperticiydi.

Yunan askerlerinin bu insanlık dışı hareketlerine Rum halk da iştirak etti. Hükümet Konağından ve kışladan esir alınarak çıkarılan sivil memur ve askerlerin rıhtıma götürüldüğü esnada yerli Rumlar, taş sopa ve demirlerle saldırmışlar ve bir çok esiri feci bir şekilde öldürmüşlerdir. Hızlarını alamayan Rumlar öldürdükleri savunmasız insanların bedenlerini parçalayarak vahşi duygularını tatmin etmişlerdir. İçindekilerin esir alındığı kışla, hükümet konağı ve diğer resmi daireler talan edilmiş kalemlere varıncaya kadar hiçbir şey kalmamıştır. İzmir’in içinde ve dolaylarında tenha mahallelerde ele geçirilen Türk Polis ve Jandarmalar katledilmiştir. İşgalin ilk 48 saatinde İzmir ve Banliyölerinde 2000’den fazla Türk katledildi. Kordonda ve rıhtımda öldürülen ve yaralananların çoğu denize atılmıştır. Bu katliamdan on beş gün sonraya kadar körfezden cesetler çıkarılmış hatta zaman zaman birkaç cesedin birbirine zincirle, demir telle bağlı olduğu görülmüştür.

Uygarlığı ve insan haklarına saygısıyla övünen batılıların teşvik ve onayı ile vahşi hayvan sürüsü gibi İzmir’e çıkan Yunanlılarla yerli Rumların işkence, katliam ve yağmalarını İtilaf devletleri askerleri, körfeze demirlemiş gemilerinin güvertelerinden dehşetle izlemişlerdir. Bazı İngiliz ve Amerikan denizcileri bu hale insanlık adına dayanamayarak, denize atlamış Türklerin yardımına koşmak
istemişlerdir. Fakat komutanları buna izin vermediği gibi gemilerin şehre bakan tarafına tente çekmek suretiyle bu kanlı manzarayı kendi askerlerinin gözlerinden saklamaya çalıştılar.

Prof. Dr. Metin Ayışığı
http://w3.balikesir.edu.tr/~metinayisigi/manisason.htm alıntıdır_


UNUTULAN SOYKIRIM : BATI ANADOLU'DA YUNAN MEZALİMİ


Ä°lgili resim
Osmanlı Devleti'nin 30 Ekim 1918 tarihinde imzalamak zorunda kaldığı Mondros Mütarekesi'ni takip eden günlerde Rumlar, başta İstanbul olmak üzere Ege, Rumeli ve Doğu Karadeniz'deki taşkınlıklar yaparak Türkleri taciz etmekteydiler. 13 Kasım 1918'de aralarında Yunanlıların ünlü zırhlısı Averof'un da bulunduğu İtilâf devletleri filosunun İstanbul'a gelmesi, Rumları sevinçten çılgına çevirmiş, İstanbullu Ermenilerin de katıldıkları büyük taşkınlıklar bütün şehirde ve adalarda sabahlara kadar sürmüştü.

Bu arada Mondros Mütarekesinin 7. maddesi, İtilaf Devletlerine "güvenliklerini tehlikede gördükleri herhangi bir stratejik bölgeyi, asker çıkararak işgal etme yetkisini" veriyordu. Bu madde ile İtilaf Devletleri, "Biz şurada güvenliğimizi tehlikede görüyoruz" diyerek herhangi bir yeri işgal etme yetkisini ellerinde tutuyorlardı. Nitekim, böyle bir gerekçe mevcut olmadığı halde, İngiliz temsilcisi olan Amiral Calthorpe bu maddeye dayanarak Yunanlılara, İzmir'e asker çıkarma iznini vermiştir. Bu izin, hem İzmir ve Bursa'nın işgaline, hem de Yunanlıların, Anadolu illerine doğru sokulmalarına sebep ve başlangıç teşkil etmiştir. Yunan Efsun alaylarının Konak meydanına çıkışından hemen sonra, İzmir ve civarında yaşayan binlerce Rum'un, muzaffer ve kurtarıcı (!) Yunan askerlerini çılgınca alkışladıkları gün, sivil Türk ve Müslüman halka karşı silahlı saldırılar da başlamıştı. Zira o ünlü 7. madde uyarınca meydanlar artık Yunanlılarındı.

Yunanlıların Anadolu'nun Ege kıyılarını işgal ettikten sonra ileri harekâta devam ederek ele geçirmiş oldukları Trakya ve Anadolu'nun iç kesimlerinde yaşayan silâhsız ve savunmasız Türk halkına karşı yapmış oldukları vahşet ve zulümler dünya zulüm tarihine belgelerle geçmiştir. Olayların gelişmesine, vahşet ve cinayetlere bakılırsa, Yunanlıların amaçlarının, ele geçirmiş oldukları Türk topraklarında tek bir Müslüman kalmayacak şekilde katlederek soykırım gerçekleştirmek niyetinde oldukları anlaşılmaktadır.

Yunanlıların soykırım amaçlı girişimlerinde İtilâf Devletlerinin de katkıları olduğunu gözardı edemeyiz. Yunanlılar Mondros Mütârekesi'nin öngördüğü şartların oluştuğu bahanesiyle özellikle İngilizlerin tahrik ve kışkırtmasıyla hareket ederek Türkler üzerinde soykırım uygulamaya başlamışlardır. Türklere karşı acımasız bir mücadele içerisine giren Yunanlılar, teşkil ettikleri ve devlet tarafından da desteklenen çeteler vasıtasıyla katliâm ve tecâvüz hareketlerine girişmişlerdir.

Yunanlıların gerek Anadolu'da gerekse Trakya'da Müslüman Türk ahaliye karşı yaptıkları zulümleri ve akla hayale gelmeyene korkunç işkenceleri tarih şimdiye kadar hiç kaydetmemiştir. İşgal ettikleri yerlerde Müslüman halka akıllarına gelen en kötü işkenceleri yapmışlar, zulümleriyle sadizme varan davranışlar sergilemişlerdir. Bu işkenceleri görmek ve hatta işitmek bile en soğuk kanlı insanın bile tüylerini ürpertecek derecede korkunçtur. Yunanlılar işgal ettikleri her yerde halkın mallarını gasp ve yağma ettikleri gibi, sahiplerini de kendilerinin icat ettiği işkencelerle öldürüyorlardı. Bu zulümleri aşağıdaki şekliyle maddelemek mümkündür:

1- İnsanları diri diri ateşe atmak,

2- Ahaliyi topluca veya teker teker sopa ile, telefon telinden yapılmış kayışlarla dövmek,

3- Baş aşağı asarak, ağzından kan gelinceye kadar dövmek,

4- Yine baş aşağı asarak altında ateş yakarak dumanla boğmak,

5 Ellerini kollarını bağladıkları kadınların, kilotlarının içine kedi koyarak işkence yapmak,

6- Köy, kasaba ve orman yakmak,

7- Köylülerin ekinlerini yakmak,

8- Cami ve mescitleri tahrip etmek,

9- Yağmaladıkları eşyalardan kalanları yakmak,

10- Yakaladıkları kadınların ırzlarına geçmek.

Trakya, Marmara, Ege ve iç Anadolu'da izlemiş olduğumuz Yunan vahşet ve cinayetleri hemen her yerde aynı tarz ve sistemde plânlı ve Yunan üst makamlarınca verilen emirlere uygun olarak yapılmıştır.

Başından beri izlenilen Yunan vahşet ve zulümlerin bir analizi yapıldığında bütün işgal bölgelerinde işlenen vahşet, zulüm ve cinayetleri dört başlık altında toplamak mümkündür.

1- Gasp ve yağma

2- Irz, namus ve mukaddesata saldırı

3- Yakma ve yıkma

4- İşkence ve katliam


Gasp, Yağma ve Hırsızlık





Yunan birlikleri işgal ettikleri bir yerde ilkönce halkın elinde bulunan ulaşım araçlarını ve hayvanlarını gasp ediyorlardı. Bundan sonra evleri basıp, kendi işlerine yarayacak halı, kilim, ziynet eşyası ne varsa halkın elinden zorla alıyorlardı. Karşı koyanlar en ağır şekilde işkence ediliyor, bir çoğu da öldürülüyordu. Mağaza ve dükkanlarda Yunan baskınından nasibini alıyordu. Halkın aç kalacağını düşünmeden ellerindeki bütün yiyecek maddelerini, zahirelerini ve hayvanlarını alıyorlardı. Bundan sonra işlerine yaramayacak olanları, yakıp yıkarak kullanılmaz hale getiriyorlardı.

Yunanlılar işgal ettikleri her yerde muhakkak gasp ve hırsızlık yapıyorlardı. Hırsızlık adeta Yunanlıların resmi sıfatı durumundaydı. Sadece resmi raporlara geçen maddi kayıplar bile trilyonlara varacak değere sahiptir. Burada sayıları binleri bulan hırsızlık, gasp ve yağma faaliyetlerinden bir kısmını vermekle yetineceğiz. Sadece verilen bu örnekler bile Yunanlıların bu konudaki alçaklığını meydana koymaya yeterde artar bile. Karşılaşılan bu olaylar neredeyse her Yunan askerini hırsız konumuna sokmaktadır. Çünkü işgal edilen hiç bir yer yoktur ki, orada küçük bile olsa, bir hırsızlık vakası olmamış olsun.

2- Irz, Namus ve Mukaddesata Saldırı

Yunanlılar özellikle dini bayramlar esnasında evlerde silah aramak bahanesiyle ve halk teravih namazında iken baskın yaparak namaz kılmalarını engellemişlerdir. Bayram namazı esnasında bazı yerlerde camileri ahır, süprüntü yeri yapmışlardır. Yunanlılar, işgalleri altında bulundurdukları yerlerde müftülük ve İslam cemaatı işlerine karışarak, kendi emellerine alet olabilecek ehliyetsiz kişileri seçmişlerdir. Halbuki Rum patrikhaneleri Fatih Sultan Mehmet zamanından beri mutlak bir serbestliğe sahipti. Henüz dünyanın hiç bir yerinde yabancı din ve mezheplere izin verilmediği bir dönemde, Türkler gerek Rumlara ve gerekse diğer milletten olanlara dini tolerans tanınmıştı. Yunanlar bir çok müftüyü görevinden uzaklaştırmışlar, bir çoğunu da haps etmişlerdir.

3- Yakma ve Yıkma

Yunanlılar işgal ettikleri yerde ilkönce halka işkence yapıyorlardı. Yapılan vahşet ve işkencelerin, soygun ve tecavüz safhası geçtikten sonra yapacakları tek bir şey kalıyordu. O da evi, köyü, kent ve kasabayı ateşe vermekti. Nitekim bu düşünce ile gerek Anadolu'da gerekse Trakya'da bir çok ev, işyeri hatta bütün köy yakılmıştır. Yunanlıların özel olarak, yakmak ve yıkma için yetiştirilmiş birlikleri vardı. Bunlar özel silah ve teçhizatla donatılmış, üniformalarında kırmızı bantlar taşıyan askerlerden oluşan birliklerdi.

Yunanlıların yangın çıkarmadaki amaçlarından birisi de ruhlarında varolan vahşet duygusunun sesine kulak vererek, köyü içinde barınan halkı birlikte yakıp katliam gerçekleştirmekti. Bunu için de çeşitli yerlerde görüldüğü üzere yangın mahalline hakim noktalara, giriş çıkış yollarına silahlı nöbetçiler konularak, yangından kaçmaya veyahut eşyalarını kurtarmaya çalışan halkı öldürmek veya tekrar yanan evlere sokarak onunla birlikte diri diri yakmaktaydılar.

4- İşkence ve Katliam

İşkence arzusu, Yunan askerleriyle Rum ve Ermeni çetelerinin ilkel ve vahşî arzu ve duygularıdır. Öldürmeye kastettikleri kimseyi önceden çeşitli şekillerde işkenceye tâbi tuttukları gibi öldürdükten sonra da, parçalama, organlarını kesme, koparma veya ağaçlara asma gibi insan dışı davranışlarıyla, nereden geldiğini kendilerinin de cevaplayamayacakları bir çeşit kin ve garez duygularıyla yapıyorlardı.

Hiçbir suçu olmayan tarlasında çalışan veya köyden kente gelen zavallı Türk halkını keyif için öldürüyorlardı. Öldürdükleri hamile kadınların karınlarını süngüyle yarıp, masum ceninleri çıkardıktan sonra parçalıyorlardı. Bütün bu günahsız insanların onlar nazarında bir tek suçu vardı "Müslüman olmak ve Türk kanını taşımak.

Prof. Dr. Metin Ayışığı

http://w3.balikesir.edu.tr/~metinayisigi/manisason.htm alıntıdır .




Antalya Kadınları Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti

Antalya Kadınları Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti

Elmalılı Dr. Ferruh Niyazi Ayoğlu'nun eşi Saime Ayoğlu bir gün kocasına, "Doktor, biz kadınlar da vatanın kurtuluşu için cemiyet kurabilir miyiz?" diye sorar. Kocasından 'olur' alan Saime Hanım'ın bu fikri, kadın arkadaşları tarafından da destek bulunca, Antalya Kadınları Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Elmalılı Doktor Ferruh Niyazi Bey'in (Ayoğlu) eşi Saime Hanım'ın öncülüğünde 15 Mart 1920 Pazartesi günü kuruldu. Okuryazar olduğu için cemiyetteki bütün yazı işlerini yürütme görevi Saime Hanım'a verildi. Bu cemiyetin kurulmasında en büyük itici güç, belki de 17 Şubat 1920 gecesi Antalya Kalekapısı'nda, Korkuteli Meclisi İdare ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyesi Haşmetzade Mustafa Efendi'nin kendisini tutuklamak isteyen İtalyan askerlerince şehit edilmesi olmuştur.Miralay Refet Bey'in Antalya'ya gelerek belediye önünde yaptığı konuşmasının sonunda söylediği; "Boynumuzda ecnebi zinciri, altından bile olsa koparıp atacağız!" sözü, Antalya kadınlarının arasında büyük bir etki yarattı. İtalyan Konsolosu Faranti, Refet Bey'in sözlerini yanındaki kumandana tercüme edince, hemen bir komut vererek karabinyeri askerlerini toplayıp oradan ayrıldı. O gün Miralay Rafet Bey'e "Söz veriyoruz, o zinciri koparıp atacağız!" diyen Antalya kadınları cepheye giyecek yardımını daha bir hızla sürdürdü. Cemiyet üyesi kadınlar mahalle mahalle dolaşıyor; Milli Mücadelenin önemini konferanslar, mitingler ile anlatıyor ve toplanan yardımlar cephelere ulaştırılıyordu. Bu arada yabancı devlet başkanlarının eşlerine protesto telgrafları gönderilerek Türk Milletine reva görülen haksızlıklar anlatılıyordu. Antalyalı kadınlar, "misafir günü" diye her hafta bir başka evde toplanır, aralarında görüşür, çalışmalarını düzenlerdi. Bunların çalışma alanları özellikle Hilâl-i Ahmer (Kızılay) çerçevesinde cepheye sargı, ilaç ve yaralılara gereken diğer birçok başka malzemeyi göndermekti. Antalyalı kadınlar 1920 Mart ayının 27'sinde ilk iş olarak, İngilizlerin İstanbul üzerine haksız istila ve işgalini telgraflarla protesto etti. Yine bir protesto telgrafı çekmek üzere iken Antalya Mutasarrıfı Cemal Bey ile Saime Ayoğlu arasında şöyle bir konuşma geçer: - Siz buna imza atacak mısınız? - Tabii, cemiyetin başkanı olduğum için benim atmam gerekir. -Bunu iyi düşünün madalyonun bir de tersi var. Mustafa Kemal kuvvetleri başarılı olmazlarsa sizi asarlar. -Assınlar, ben kararımı verdim. Ya istiklal ya ölüm, basıyorum imzayı ve gönderiyorum. Kadınlar; bir taraftan cephe için parasal yardım toplarken, bir taraftan da eski Müftü Mehmet Hamdi (Yazır) Efendi'nin temin ettiği birkaç dikiş makinesi ile 15 Nisan 1920'de bir terzihane açarak cephe ve muhacirler için elbise ve askere giyim eşyası dikmeğe başladı. Saime Ayoğlu da köy köy dolaşarak yün temin ediyor; bu yünleri köylülere dokutarak askerlerin giydirilmesini sağlıyordu.

Kumandanlığa gönderilen 31 Temmuz 1920 tarihli bir yazıda "Bu güne kadar cepheye gerek nakden ve gerekse eşya göndermek sureti ile 100 bin lira civarındaki parayla vilâyetin bir fedakârlıkta bulunduğundan müteşekkir olunduğu"ndan söz edilmesi, Antalyalı kadınlarımızın bu konudaki başarısını göstermektedir. İtalyan işgali altındaki Antalya'da, 1920 yılı Mayıs'ında, Antalya Hilal-i Ahmer Cemiyeti adına Antalyalı kadınlar tarafından Bali Bahçesi'nde bir güreş tertip edildi. Güreşi 5 binin üzerinde Antalyalı izledi. Milli Mücadele'ye yardım amacıyla, güreşte 6 bin lira nakit para ve 10 bin liralık eşya bağışı toplandı. Toplanan para ve eşyalar Ankara hükümetine gönderildi. Görüldüğü gibi Türk kadını İstiklâl Savaşı'nda önemli rol oynamıştır. Cephane taşıyanlar, dövüşenler olmuştur. Antalyalı kadınların da gerek Anadolu'ya askerin ihtiyacını karşılayacak malzeme göndermek, gerek Antalya sokaklarında mitingler düzenlemek, protesto telgrafları çekmek gibi çalışmaları olmuştur.

"1920 yılında Antalya'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Kadınlar cemiyeti tarafından toplanan 74.993 kuruşa ulaşan yardımdan 35 kıta senedat gereğince 68.15 kuruş sarf olunduğu ve baki kalan 14.000 kuruşunun da Ziraat Bankası Antalya Şubesi telgraf havalesi ile Ankara'da Hilali Ahmer Yönetim kuruluna gönderildiği haber alınmıştır. Bu hususta Cemiyet idare kurulunu oluşturan 11. Kolordu Ahzı Asker Reisi Miralay Şefik Bey eşi hanımefendi ile üyeleri Konya Adliye müfettişi Zihni ve tüccardan Selanikli Zeki ve Baytar Müfettişi Ali Rıza beyefendilerin eşleri hanımlarla, Muallime Esma ve Behiç hanımların fevkalade hizmet ve gayretleri sonuç verdiği anlaşılmakta kendilerine beyanı teşekkür olunur." Mustafa Kemal (2 ARALIK 1921).
Hüseyin Cimrin



KURTULUŞ SAVAŞINDA ANTALYA’NIN İLK ŞEHİDİ: MUSTAFA HAŞMET


KURTULUŞ SAVAŞINDA ANTALYA’NIN İLK ŞEHİDİ: MUSTAFA HAŞMET ile ilgili görsel sonucu
“Mustafa Haşmet, 1880 yılında, Antalya’nın Sağır Bey mahallesinde doğmuştur. Yaşantısını genellikle Korkuteli’nde geçmiş ve ölümünden bir süre önce İlçe Belediye Meclisi Üyeliği’ne seçilmiştir. O günleri yaşayanlar, Mustafa Haşmet’in şehit edilişini şöyle anlatırlar:



Yıl 1920. 17 Şubatı 18 Şubata bağlayan gece. Antalya’nın kaldırımlarında gururla dolaşan İtalyan işgal kuvvetlerinin mhamuz şıkırtılarına halk kulaklarını tıkıyor; Antalya’nın kaldırımsız ve yılan biçimi eğri büğrü Kaleiçi sokaklarını, bulutlar arasından sıza soluk bir ay ışığı aydınlatıyordu. Mustafa Haşmet o akşam gece yarısına kadar bir arkadaşını evinde oturmuş evine dönüyordu. Kalekapısı’na gelince, İtalyan nöbetçi kulübesinden iki asker Haşmet’e yaklaşarak İtalyanca bir şeyler söylüyor. Haşmet olay çıkarmamak için öğrendiği bir-iki kelime İtalyanca ile işi yatıştrmak istiyor. Ancak kabadayı yapılı Haşmetin bu halini korkaklığına veren İtalyan devriyeleri cesaretlenerek onu kulübeye doğru sürüklemeye çalışıyorlar.



İşin çığrından çıktığını ve nezakete sığar yeri kalmadığını anlayan Haşmet bir silkinişte kendini kurtarıyor ve nöbetçilerden önce birini, sonra diğerini ayaklarının altına alıyor ve silahlarını ellerinden alarak, onları bir süre ayaklarının altında tuttuktan sonra “Türk acizlerle uğraşmaz, alın silahlarınızı” diyerek silahlarını geri veriyor ve hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor.



Bundan sonrasını, Korkuteli Hakimi Nuri Tarhan, Haşmet’in ölüm yoldönümünde şu sözlerle dile getiriyordu:



“Mert insanlar, karşısındakileri de mert bilmek ve mert görmek karakteri taşırlar. Bilhassa Türkler; kahpeliği düşmanlarında bile kabul edemezler. İşte Haşmet, bu asil yaradılış ve düşüncenin kurbanı oldu. Bir dakika evvel ayağının altında can korkusuyla gözleri yuvalarından fırlamış bir halinin kırılası parmağı mavzerin soğuk tetiğine dokundu, Tüfek patladı. Haşmet yıkıldı: fakat inlemedi. Canını dişine taktı, kalktı, yoluna devam etti. Tüfek tekrar patladı., Haşmet tekrar yıkıldı, tekrar kalkmak istedi. Ancak maddi beden ruhun azim ve iradesine dayanamadı. Türk’ün kara bahtı gibi kararmış toprak, Antalya’nın ilk şehidi Haşmet’in kızıl kanıyla bol bol sulandı. Haşmet’in son nefesine yetişenlere söylediği son sözleri şunlar oldu: “Öldüğüme yanmıyorum, sitemim, kaderimedir, keşke mert bir düşman kurşunu ile ölseydim.”



Ertesi günü haber bomba gibi patladı. Hemen akşam üstüne doğru da “On bin Korkutelinin” Antalya’ya doğru yürümekte olduğu haberi yayıldı. Galeyana gelmiş Antalyalılar, İtalyanlara pervasızaca hakaret ediyorlardı. Antalya’nın delikanlıları İtalyan askerlerine bıak gösterip “Sizi bunlarla gırtlağınızdan keseceğiz” diyorlardı. O gün öğleden sonra ortalıkta tek bir İtalyan askeri görülmedi ve bu durum bir kaç gün sürdü.



Haşmet’in ölümü, yıllardan beri Antalya halkının biriken öfke ve kininin ortaya çıkmasına, milli gururun şahlanmasına neden oldu. Eskiden bugünkü Şarampol caddesi üzerinde, eski otobüs garajından çıkışta sağda yer alan sahada Hocanebi mezarlığı vardı. Haşmet’in Al bayrağa sarılı tabutu, bütün Antalya’lıların katıldığı bir törenle bu mezarlıkta toprağa verildi. Mezarı başında Antalya’nın asil çocukları bütün hınçlarını açıkça bir tokat gibi yabancıların suratına vurdular.



Kuvayı Milliyeciler eski Belediye binasının alt katındaki odasına gelerek bu üzücü ve siyasi cinayet hakkında özür dileyen komutan, dinini, milliyetini, askerliğini ve sahibi olduğu görevin geleneğini ayaklar altına alarak cenazeye katılmış, ertesi günü tüm Antalya halkı Şehit Haşmet için Paşa Camisi’nde okutulan Mevlide gelmiştir. Halkın gözü önünde son cemaat mahallinde mevlit bitimine kadar üniforması ile oturup mevlidi dinlemiştir.



Haşmet’in ölümünden hemen sonra, Batı Cephesi’ne akın eden Antalya’nın delikanlıları Şarampol yolundan, Haşmet’in mezarı önünden saygı ile ve Haşmet’in intikamlarını mutlaka alacaklarını haykırarak gittiler. Bunlardan bir kısmı, gittikleri yerlerden dönmediler. Dönebilenler ise, Haşmet’in intikamını almanın gururu içinde Antalya’da yaşamlarını sürdürüp gittiler.”

“ Bir Zamanlar Antalya” – Hüseyin Çimrin Cilt:1 Sayfa 158

KARAKEÇİLİ YÖRÜK AŞİRETİNİN TARİHİ

Bir milletin kültürü,geçmişinden süzülüp gelen maddi ve manevi değerlerin bütününden meydana gelir. Büyük Türk milletinin tarihi dünya tari...