27 Mayıs 2018 Pazar

Hz. İsa’nın kabri nerededir?





Mezarda bulunan kemikler üzerinde kimyasal bir yöntemle incelemelerde bulunduğunu belirten İsrailli arkeolog Aryeh Shimron, bu incelemeler sonucunda kabirlerin Hz. İsa'ya eşi Mary Magdalene ve oğlu Yehuda'ya ait olduğunu öne sürdü.

Talpiot Mezarlığı'ndaki kemik örneklerinin Hz. İsa'nın evlendiğini kanıtladığını ileri süren arkeolog Shimron, İncil'de belirtildiği gibi Hz. İsa'nın göğe yükselmediğini iddia etti.




Kudüs'teki bir mağarada bulunan çivilerin, Hazreti İsa'nın çarmıha gerilirken ellerine çakılan çiviler olduğunu iddia etti


Kudüs’te bulunan Kutsal Kabir Kilisesinde Hz. İsa’nın gerçek kabrinin bulunduğuna milyonlarca Hıristiyan inanmaktadır.İki yüzyıl boyunca Hz. İsa’nın mezarının bulunamaması ve gerçek bir açıklamanın olmaması bunu söylentiden öteye götüremiyor.
Kutsal Kabir Kilisesi,Kudüs'te eski Kent'in kuzey batısında yer alır.Burada ilk kiliseyi ,Hristiyanlığı ilk benimseyen Roma İmparatoru ı.Constantinus(büyük)yaptırmıştır.614'te sasanilerin yaktığı bu kilise 616-626 arasında başkeşişModestos tarafından onarıldı.1009 yıllarında Halife Hakim'in yıktırdığı yapıyı bu kez ,IX.Konstantinos (Monamakhos)onarttı.12.yy Haçlılar da onarım yaptılar.sık sık onarım geçiren kilise son halini 1810 almıştı.Burası 4 yy.dan itibaren Hz.İsa'nın öldüğü,gömüldüğü ve dirildiği yer olarak kabul edilmiştir.Fakat bunu gösteren bir kanıt bulunamamıştır.



Kutsal kitap İncil’e göre Hz. İsa’nın cenazesi, ”Yusuf cesedi alıp onu temiz bir keten bezine sardı; kaya içine oymuş olduğu kendi yeni kabrine onu yatırdı ve kabrin kapısına büyük bir taş yuvarlayıp gitti. MATTA 27:59-60 ”

Roma imparatorluğunun Hıristiyanlığı kabul eden ilk Roma imparatoru Konstantin 4. yüzyılın başında Kudüs başpiskoposu tarafından İsa’nın kabrini bulmak için görevlendirildi. Böylece Büyük Roma tapınağını yıkan kral, temellerinde bir kabir buldu. Bu kabrin, Arimathealı Yusuf’un acele ile Hz. İsa’yı gömdüğü yerdir diyerek açıklama yaptı. Bu gün bunu doğrulayan hiç bir kaynak yoktur.






Kutsal Mezar Kilisesi 355 senesinde inşaa edilmiş ve Kudüs'ün Eski Kent bölgesinde bulunan Hristiyan mahallesinin kalbinde bulunuyordu. Kilise, Hristiyanlar için büyük öneme sahip altı ayrı yapıdan biri, öteki bazıları ise, Yunan Ortodoks Kilisesi, Roma Katolik Kilisesi, Ermeni Kilisesi.Kilisenin anahtarı ise 12.yy'dan beri Müslüman bir ailede bulunuyor ve bu aile tarafından himaye ediliyor.(Kaynak: Independent Çeviri: Şıvan Okçuoğlu)






kEMİK KUTULARI








Arkeologlar tarafından yayınlanan raporda, mezarın 4,2 m genişliğinde bir verandası ve çatısının neredeyse tamamen tahrip olduğu 2 mx 2.4 m.Örtü odasının cephesi, ön kamaranın kuzey duvarındaydı ve bir dairenin üzerinde ters çevrilmiş bir V şekilli korniş ve tamamlanmamış bir rozetle süslenmişti. Batı duvarında biri diğeri girişin karşısındaki duvarda iki niş vardı. Kemik parçaları hariç boş kalmışlardı.








Mezar odasındaki “kemik kutuları” üzerine işlenen tasvirlerin, Kudüs’te Hristiyanlığa ait en eski izler olduğu belirtildi. Arkeologlar, mezar odasını uzaktan kumandayla kontrol edilen robot kamerayla inceledi. Kireç taşından yapılma kutulardan bir tanesinin üzerinde, Yunanca “Tanrı’ya birisini kaldırması için çağrıda bulunan” bir yazı olduğu belirtildi. Bir diğer kutuda ise ağzında Yunus peygamberi tuttuğu düşünülen bir balık resmi görüldü. Balığa ve “Yunus’un işareti”ne yönelik göndermelerin, Kudüs’teki Yahudiler tarafından olmasa da, ilk Hristiyanlar tarafından yapıldığı biliniyor. İDDİALAR DİNİ İNANIŞLARLA ÇELİŞİYOR .Kameranın çektiği görüntüleri inceleyen uzmanlar, Yunus ve balık resmini doğruladı. Dev bir balık tarafından yutulduğuna ve üç gün sonra canlı olarak kurtulduğuna inanılan Yunus’un hayata geri dönüşü, İsa’nın da üç gün sonra dirilmesiyle bağdaştığı için Hristiyan dünyasında büyük öneme sahip.

DePaul Üniversitesi akademisyeni Crossan “Avlu Mezarlığı ile Aramatyalı Yusuf’u ilişkili kılan hiçbir delil yok” dedi. Crossan, “Söyleyebileceğimiz tek şey, bu bölgenin mezarlarla dolu olduğu” yorumunu yaptı. Asbury Theological Seminary İncil okulundan Ben Witherington, Crossan’ın görüşünü destekledi. Witherington, Tabor’un eski ve yeni teorilerinin, “sadece birbirlerinin üzerine yığılmış spekülasyonlar olduğunu” ifade etti.
Yine araştırmayı başarılı bulan ve balık sembolünden etkilendiğini belirten Witherington, “Balık sembolünün bulunduğu ve ikinci yüzyıla ait olduğu bilinen Hristiyanlara ait kemik kutuları var... Balık, ilk Hristiyanlara ait I-Ch-Th-Y-S (Hz. İsa, Tanrı’nın oğlu, Kurtarıcı) sembolü. Elimizde olmayan delil, bu sembolün Yahudi kemik kutularında bulunduğu” dedi. Witherington aynı zamanda Yunanca yazının “dirilişle ilgili olduğunu” söyledi.


Crossan, araştırmada öne sürülen iddialara rağmen, M.S 1’inci yüzyılda Kudüs’te dirilişe inanan tek topluluğun Hristiyanlar olmadığına dikkat çekti. Ferisiler ve Essenilerin de ölümden sonra dirilişe inandığını belirten Crossan, “Belki de ilk Hristiyanlar Yehuda’nın balığın ağzından çıktığı inanışını Yahudi geleneklerinden aldı” dedi.

Alman jeologların Matta İncili'nden yola çıkarak yaptığı araştırmaya göre Hz. İsa 3 Nisan 33'te saat 15.00'te çarmıha gerildi ve aynı anda kum fırtınası başladı.
Başpiskopos,İncil bize Romalılar'ın İsa'yı, yurttaşların suçlulara verilen cezayı daha iyi seyredebilmeleri için Kudüs duvarlarına yakın idam yerinde çarmıha gerdiklerini söyler: Kentin kuzeybatısında bugün hâlâ Kudüs binalarının cephelerini kaplamak için kullanılan sert malaki kireçtaşı ocağı vardı.
Taşocağının İÖ 8. ve 7. yüzyıllardan kalma olduğu anlaşılmıştır ve burası İsa'nın zamanında meyve bahçeleriyle dolu bir alandı. Taşocağının bir yerinde taş ustalarının inşaat amaçlarına uygun olmadığı için öylece bıraktıkları bir taş vardır. Pek çok kimse işte bu kayayı İsa'nın iki hırsız arasında çarmıha gerildiği Calvary ya da Golgotha (kafatası biçimindeki yer) olarak kabul ederler.

Buraya yakın bir yerde Kudüs'ün zenginleri taşocağının kaya duvarına kendi kabirlerini oymuşlardı. Arimathealı Yusuf'un kullandığı kabir bunlardan biri olabilir: Matta İncili'nde anlatıldığına göre kabir, kentin duvarlarının hemen ötesinde ve idam yerinin de yakınında olmalı. İncil'de kabrin kapısının değirmen-taşı biçiminde büyük ve ağır bir kaya ile kapatıldığı yazılıdır.


Bu olaylar Matta'ya göre şöyle olmuştur: "Ve Sebt günü geç vakit, haftanın ilk gününe doğru, tan yeri ağarmaya başlarken, Mecdelli Meryem ve öbür Meryem kabri görmeye geldiler. Ve işte (...) Rabbin meleği gökten indi ve gelip taşı yuvarlayarak üzerine oturdu. Onun görünüşü şimşek gibi idi, esvabı kar gibi beyazdı. (...) Ve melek cevap verip kadınlara dedi: Siz korkmayın, çünkü haça gerilmiş olan İsa'yı aradığınızı biliyorum. O burada değil, çünkü dediği gibi kıyam etti", Markos 28: 1-6

Kudüs Hıristiyanlar'ı yıllarca o noktaya taptılarsa da, 2. yüzyılın başlarında Hadrianus kenti yıkıp kalıntıları üzerine kendi Aelia Capitolina putperest kolonisini kurduğunda kabir de kayboldu. Hadrianus 135 yılında yüksek bir tepe üzerinde aşk tanrıçası Afrodit'e adadığı büyük bir tapınak külliyesi inşa etti.

İmparatorun tapınağını çarmıha gerilme yeri ile kabrin üzerine yaptırdığına ilişkin nesilden nesile aktarılan bir söylenti vardı. 395 yılında yazan Aziz Jerome'a göre yakındaki Calvary kayası üzerine tanrıçanın büyük bir heykeli de dikilmiş olabilir. Daha sonraki Hıristiyan görüşüne göre Hadrianus, Hıristiyanların bu en kutsal yerlerini ziyaretlerini önlemek için tapınağını Kutsal Kabir üzerine yapmıştır.

Hıristiyanların da Yahudiler'in de yeni kentinde dinlerini uygulamalarına iyi gözle bakmadığı bir gerçektir. Ancak Roma dönemi boyunca yine de Kudüs'te küçük bir Hıristiyan azınlığı varlığını sürdürmüştür.

Başpiskopos Makarios kent duvarlarına bile bakmadan doğruca Hadrianus'un kentinin merkezindeki forumun kuzeyindeki büyük Roma tapınağına gitmişti. Çarmıha gerilme zamanında bu bölge kentin dışındaydı ve kente ancak İsa'nın ölümünden 10 ile 15 yıl sonra dahil edilmişti. 


derlemedir.

Beyt-i Mukaddes için Kubbetü's- Sahra ve Mescid-i Aksa'yı yıkmayı düşünmek.





Yahudilerin Hz. Süleyman (as)’ın Kudüs’te yaptırdığı Beyt-ül Makdis’ten (Mescid-i Aksa) kaldığına inandıkları ve kutsal kabul ettikleri duvar. Yahudilerin ha-Kotel ha-Ma’aravi (batı duvarı) dedikleri bu duvar, zamanla Hristiyanlığın etkisiyle “Ağlama Duvarı” olarak isimlendirilmiştir.


Ağlama duvarı (Kotel Ha Maaravi ) Yahudi dininde en kutsal yer midir? Yahudilerin ve İsrael toplumunun tümü size evet diyecektir. Geçmişin İsrail Başhahamı olan Rav Şlomo Amar; “Değil hükümet, değil mahkemeler, hiçbir merci Kotel HaMaravi’nin en kutsal yer olduğu gerçeğini değiştiremez’’ demişti. Hâlbuki tarihi gerçek bu duvarın bu kadar önemli bir yer olmasının nispeten yeni bir gelişme sonucu olduğu ve sebebinin de basit ve pek te Yahudilikle ilgili olmadığını göstermektedir. Bu iddia, Kotel’ın tarihi hakkında araştırmalar yapan ve konu ile ilgili birçok yayınlanmış pek çok makaleleri bulunan, Bar İlan Üniversitesinin emekli tarih profesörü Meir Loewenthal tarafından ileri sürülmektedir. Eğer bu tez kabul edilirse, bugün kutsal Kotel Ha Maaravi ile ilgili olarak dindarlar ile reformistle arasında olan tartışmalı hava yumuşayabilir.

M.Ö. 513 yılında yeniden inşa edilen fakat Romalılar tarafından M.S. 70 yılında tamamen yıkılıncaya kadar 2. Beit Hamikdaş, ve daha önce Babil’liler(Babil Kralı Nebukadnezar tarafından yıkıldı)) tarafından yıkılmış olan (M.Ö.587) Birinci Beit Hamikdaş asırlar boyunca en kutsal Yahudi dua yeriydi, kurbanlar orada gerçekleştirilirdi. İkinci Beit Hamikdaş Babil sürgününden dönen Yehuda krallığı döneminde inşa edilmiştir. Oranın tamamen yenilenmesi ise Roma Kralı Hordus (Herod) tarafından (Aynı zamanda I. Hirodes veya Büyük Hirodes adıyla bilinen ve Roma İmparatorluğu tarafından Yahudiye eyaletine atanan Yahudi Kralı.),M.Ö 19. asırda olmuştur. Bugün ayakta duran Batı duvarı Moriya tepesini çevreleyen kısım Herod tarafından inşa edilen destek duvarının küçük bir kısmıdır ve yenilenmiş Beit Hamikdaş tapınağının üzerinde bulunduğu muazzam bir platformun yaratılmasına destek veren bir duvardır.

2. Beit Hamikdaş M.S. 70 yılında Romalılar tarafından yıkıldıktan sonra kurbanlar adanarak dua yeri ile aynı yerde sadece bir tören düzenlenmesine başlanmıştır. Yıkımdan sonraki ilk devirde Yahudiler yıkıntıların üstünde dua etmeğe devam ettiler. İngilizlerin kurduğu bir Kraliyet Komisyonu raporuna göre (1930) Kutsal tapınakların yıkılmasından sonra gelip ağlanılan yer bugün Hazreti Ömer Camiindeki taş idi.

Ancak çok geçmeden bütün bunlar değişti. M.S. 2. asırda Roma İmparatoru Adrianus, Yahudilerin eski tapınak yerinde dua etmelerini yasakladı. Dua için müsaade edilen yer, Tapınak tepesini uzaktan gören Zeytin Dağı Tepesi (Har Ha Zeitim) idi. Fakat daha sonra gelen imparatorlar bu yasağı yumuşattılar. 2 ve 3. yüzyıllarda yine Tapınak Tepesi ( Har Ha Bayit)’te dua edilmeye başlandı. Ancak yasak olduğu devirde dahi bugünkü Batı Duvarı (Kotel)’de dua edildiğine ilişkin bir bilgi mevcut değildir.

Dördüncü yüzyılda Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı resmi devlet dini olarak kabul edince Yahudileri de bu dini kabul etmeye zorlamak istedi. Durum Yerushalayim’in Yahudi cemaati için tehlikeli hale geldi. Olayı izleyen üç yüz yılda Yahudilerin Yerushalayim’de yaşamasına, ya da ziyaret etmesine izin verilmedi. Ancak bu Yahudi karşıtı politikanın nispeten hafiflediği dönemler oldu ve Yahudilerin kenti ziyaret etmelerine izin verildi. Yedinci yüzyılda kentin Fars ve Araplar tarafından fethinden sonra Yahudilerin Yerushalayim’de ikamet etmesine izin verildi. Zion Dağı'nda yaşamak için Yahudiler birçok sinagoglar inşa ettiler. Tapınağın üzerinde bile bir sinagog vardı, ancak Batı Duvarı'nda dua edilmezdi.

11. yüzyıldan kalan ve Kahire Genizası’nda bulunan bir belge, Yeruşalayimi ziyaret eden hacıların belirli duaları Tapınak Tepesi etrafındaki kapıları çevreleyerek yaptıklarını açıklamaktadır. 11. asırda Moshe Ben Yitshak her gün Tapınak Tepesi (Har Habayit) kapılarından birinde dua ettiğini yazmıştır. Demek oluyor ki orta çağ günlerinde Yahudiler, Tapınak Tepesini oluşturan destek duvarlarının hepsinde dua ettiler, Batı Duvarı herhangi bir tercih mevzuu olmadı.

Dua edilen Batı duvarı günümüzde Batı Duvarı olarak dua edilen duvarın aynı kısmını ifade etmemektedir. Dua edilen kısım daha kuzeyde olan kısımdı. Sebep de şu an kullanılan alana girişin binalar tarafından engellenmesi idi. 1057 tarihli aynı Geniza el yazması, Yahudilerin Tapınak tepesinde ve Zeytin Dağında dua etme ayrıcalığı için özel vergi ödediklerini teyit etmiştir.

On üçüncü yüzyıla kadar Tapınak Tepesinde kimi zaman dua edilmesi mümkün olabildi. Haçlı seferleri sırasında Yeruşalayim’i ziyaret eden ünlü Yahudi gezgin Binyamin de Tudela (1130-1173) seyahatnamesinde şöyle yazar : ‘’ Kaya tepesi – Dome of the Rock’’ karşısında Batı Duvarı bulunur. Bu, bir zamanlar (Kodeş HaKodaşim – Kutsalların Kutsalı )’nın olduğu yerin kalan duvarlarından biridir. Bütün Yahudiler bu duvarın önünde duaya gelirler’’ .

Binyamin de Tudela’nın tanımladığı duvar, yıkılmış tapınak meydanını çeviren dış destek duvarlarından bir parçası olan bugünkü Batı Duvarı değil, görünüşe göre yıkılmış 2. Beit Hamikdaş’ın Tudela orayı ziyaret ettiği günlerde ayakta kalan duvarlarından biriydi. 1165 yılında Yeruşalayim’e gelen HaRamBam (Maimonides) Tapınak tepesinde dua ettiğini yazıyor fakat mektuplarında Batı Duvarının olduğu yerde dua etmekten söz edilmiyor.

1211 tarihinde Yerşalayim’e gelen Rav Şmuel ben Şimşon kentteki ilk günlerini ayrıntılı olarak anlatıyor ve buhur tütsülerinin yakıldığı Zeytin Dağında, ve Şabat öğleden sonraki Minha duasını da tapınak tepesinde (oraya kendi putlarını dikmelerine rağmen) sık sık dua edildiği yazıyor. Bugün bildiğimiz Batı duvarında dua etmekten bahsetmiyor.

14. yüzyılın başlarında Yahudilerin Tapınak Tepesine girmeleri yasaklandı. Yasaklayanlar 1250-1516 yılları arasında Yeruşalayim’ı yöneten Memluk’lardı. İshtori Aparchi (1280-1366) Kutsal Topraklar (Holy Land) coğrafyasının eski dönemlerini anlatan bir yazardır. ‘’Kaftor ve Perah’’ başlıklı kitabında Yeruşalayim’in coğrafyasını çok detaylı şekilde aktarıyor fakat Batı Duvarı diye kutsal bir yerden bahsetmiyor. O günlerde Yahudilerin Doğu duvarında ve Güney duvarının dışında dua ettiğini yazılıdır.


İtalyan bir Yahudi hacı olan Meşulam de Goltera (1481)’de Yeruşalayimi ziyaret etti. Yazdıklarına göre Yahudiler Kutsal Tapınak’ları Beit Hamikdaş’ın yıkıldığı tarih olan 9 Av ( Tisha beav) tarihinde yas tutarlar. Dualarını da Zeytin Dağı’nda yıkılan tapınağın tepesine bakarak yapmakta ve ağlamaktaydılar. Bizlerin Batı duvarı (Kotel HaMaaravi) olarak bildiğimiz yer hakkında 16. yüzyıldan evvel elimizde bilgi yoktur. Ne M.S 5. yüzyılda tamamlanan Babil Talmudu’nda, ne de bir yüz yıl önce tamamlanmış olan Talmud Yeruşalmi’de Batı duvarına bir kez dahi temas edilmiyor.

Antik bir geleneğe göre (Şehina, yani Tanrının yeryüzünde gözükmesi) mevcut Batı Duvarından hiçbir zaman eksik olmamıştır. Bu deyim tamamen yıkılmış ve hiçbiri kalmayan 2.Beit Hamildaş’ın duvarları yerine mevcut Batı Duvarı’na uygulanmıştır. Binyamin de Tudela ve birçok Yahudi hacıların yazdıklarından bu anlaşılıyor.

Batı Duvarı – Kotel HaMaaravi’nin dua yeri haline gelmesi

1517 yılında Yavuz Sultan Selim Mısır ve Doğu Adeniz topraklarını, bu arada Filistin’i işgal etti ve bu şekilde, bu topraklar üzerinde devam eden 300 yıllık Memluk hakimiyetine son verdi. Oğlu Sultan Süleyman (1520-1566) dönemin en güçlü hükumdarlardan biri idi ve Avraupada birçok Hıristyan ülkesini imparatorluğa katmıştı. Başarısızlıkla sonuçlanan 1529 tarihli Viyana kuşatmasından sonra dikkatini Orta-Doğuya çevirdi, 1536 yılında, 13.cyüzyıldanberi yıkılmış olan Yeruşalayim surlarını restore etme emrini verdi.. Daha sonra da bugün Ömer Camii olarak bilinen Dome of the Rock (Kaya kubbesi)’ni yeniden inşa ettirdi.

Yahudi bir anneden doğan (Bu söz iddialı olmuş bence **)Sultan Süleymanın Yahudilere karşı tutumu çok olumlu olmuştur. İspanya ve Portekiz’den bir nesil önce kovularak Osmanlıya yerleşen Yahudileri Yeruşalayim’e yerleşmeye ikna etti. Bazıları Süleymanın amacının oraya yerleşmiş Arapların nüfusça azınlık olmaları idi. Sebep ne olursa olsun Yahudiler, Sultan Süleymanın bu iyi niyet ve desteğinden yararlanmışlardır.

Kent surlarının yeniden inşa edilmeğe başlanmasından 14 yıl sonra Sultan Süleyman saray mimarına Batı Duvarı olarak bilinen bölgenin Yahudilere ibadet yeri olarak haırlanmasını emretti. Bunu mümkün kılan, 14 Ocak 1546 yılında bölgeyi vuran şiddetli bir yer sarsıntısı idi. Yüzlerce kişi öldü, Ürdün nehrinin akışı iki gün heyelanla durduruldu. Bir tsunami akdeniz sahillerini Akko’dan Gazze’ye kadar vurdu. Yeruşalayim’de bu yer sarsıntısının en çok zarar verdiği yer Tapınak dağı ve batı duvarı boyunca inşa edilmiş pek çok ev de dahil olmak üzere onu çevreleyen mahalle idi.. Bunlar batı duvarının çoğuna girişi engelleyen evlerdi.. Batı duvarına ulaşmanın birçok insanın evleri tarafından değil, kalıntılar tarafından engellendiğini gören Süleyman, mühendislerine kalıntıları temizlemelerini ve batı duvarında Yahudi bir ibadet bölgesi hazırlamalarını emreder.

Bu, Yahudilerin daha önce bilmediği yepyeni bir ibadet sahasıydı. Daha önce belirtildiği gibi, eski bir Kutsal topraklar coğrafyacısı olan Haparchi, 14.cü yüzyılda Yeruşalayim’i kapsamlı bir şekilde incelendiğinde Batı Duvarı adlı bir Yahudi dua yerinden bahsetmiyor zira o devirde böyle bir dua yeri yoktu.

Haparchi’nin kitabının 1899’ tarihli baskısını yayınlayan Abraham Moshe Lunz, bir dip notunda, yazarın yaşadığı günlerde bugün dua ettiğimiz Batı duvarının toprakla örtülmüş olduğunu ve tüm Yahudilerin tapınağın doğu duvarında ve güney duvarında, kapılarda ve dışında dua etmeye başladıklarını yazar.


Batı duvarının bir ibadet yeri olarak hazırlanmasından sonra Sultan Süleyman Yahudilerin orada her zaman dua etme hakkını tanıyan bır ‘’ferman’’ yayınlar. Bir iddiaya göre Süleyman Yahudilere bu hakkı, Tapınak Dağı üzerinde dua etmekten vazgeçmeleri üzerine vermiştir. Ancak Yahudilerin kendi istekleriyle böyle bir haktan vazgeçtiklerine dair bir kayıt mevcut değildir.

Ferman 19. yüzyıla kadar yürürlükte kaldı. 1840 yılında Kudüs valisi olan Mısırlı İbrahim Paşa Yahudilere geçmişte olduğu gibi Batı duvarını ziyaret izni verirken bölgeye yakın sokakları taşlarla döşemelerini, dualarını yüksek sesle yapmamalarını ve kutsal kitaplarını açıkça teşhir etmelerini yasak etti. Ondan sonra gelen valiler 1841, 1889, 1893 ve 1909’da bu frmanı yenilediler. 19. yüzyıl fotoğrafçısı Joseph Schwarz, 300 yıl sonra bile bu kararnamenin önemini belirtir.

Ellerinde sultanın fermanı olduğu için kimse, Müslümanlar dahi Yahudilerin Batı Duvarına gidip dua etmelerini engellemediler. Bu ayrıcalık için Bab-ı Aliye aslında çok fazla olmayan bir vergi ödenmekteydi.

Sultan Süleyman Batı Duvarı'nı dört yüz yıldan daha uzun bir süredir Yahudi ibadet merkezi olarak belirlemiş olmasına rağmen, bu duvar bugün bildiğimiz Batı Duvarı'ndan oldukça farklıydı. Onaltıncı yüzyıldan 1967 yılına kadar bu alan, sadece dar bir sokaktan ibaretti. Bir taraftan, Mughrabi mahallesi olarak bilinen, yoğun Arap mahallesinin evleri ve diğer yanda Tapınak Tepesi destek duvarlarından batıda olanı dua edilen alanın sınırlarını teşkil etmekteydi. Dua alanı sadece 4 metre genişliğinde ve 28 metre uzunluğunda olup batı duvarının 488 metre uzunluğunun sadece % 6'sından azını ifade etmekteydi. Bu küçük alan ancak birkaç yüz kişiyi barındırabilirdi.

Batı Duvarında dua etmek.

Batı duvarının Yahudilerin dua ettikleri yer olarak tescil edilmesinden sonraki birkaç yüz yılda nadiren kullanıldı. Eski belgeler, Yahudilerin buraya ancak çok kritik sorunları olduğu zaman duaya etmeye geldiklerini yazıyor. Bir başka gelenek de, Birinci ve İkinci Beit Hamikdaşların yıkıldığı gün olan Av ayının 9. günü, akşamı ve bütün gün boyunca olmak üzere Yahudilerin Kotel’e gidip dua ve ağıtlarını yaptıklarıdır.

Bazı Yahudilerin Perşembe geceleri (Tikun Hatzot) duası için Batı Duvarına gelme adetleri vardı. Bu dua, Tanrının merhametini yalvarmak üzere gece yarısı yapılan bir duadır. On dokuzuncu yüzyılda Avrupalı gezginlerden bazıları tarafından bildirilen bir diğer uygulama, Cuma akşamı öğleden sonra Şabat'ı ağırlamak için dindarların toplanmasıydı. Bu adetlerin hepsi yüzyıllar boyunca Batı Duvarı'nın, günümüzde olduğu gibi her gün, gün boyu ve akşam saatlerinde dua ile geçmediğini, ancak muayyen günlerde kullanıldığını açıkça ortaya koymaktadır.

Ekim 1700 tarihli bir hacının yazdıkları, 18. Yüzyılın başında Batı Duvarının Kudüs'teki Yahudi hayatında oynadığı rolü açıklıyor. Yazar (Massa'ot Eretz Yisrael) 'in yazarı Reb Gedalyah'a göre, bazı Yahudiler, özellikle de kadınlar, yeni ayın arifesinde, oruç tutulan günlerde ve Tısha b'Av'da dua etmek için Kotel’e gelirlerdi. Bununla birlikte, zamanında bu mekanda düzenli günlük dua hizmetleri yoktu. Bunun yerine, Gedalyah'ın yazdıklarına göre; "Her Şabat sabahı, sinagogdan ayrıldıktan hemen sonra, Yeruşalayim Yahudileri, Batı Duvarı'na yürürdü, fakat mesafe uzun olduğu için beyaz Şabat kıyafetleriyle sokaklar ve dükkanların arasından geçmek zordu. Onun yerine Yahudilerin yaşadığı belli bir sokaktan geçerek, Batı Duvarı'nın ötesinde Tapınağın yerini görebilecekleri yüksek bir noktadan Yeruşalayim ve Siyon’dan bahseden mezmurlarla dualarını etmekteydiler.’’

On dokuzuncu yüzyılda, BatıDuvarı'nın ibadet için daha fazla kullanıldığı görülüyor. Ancak çoğunlukla düzenli ve günlük ibadet için kullanılmamaktaydı. Joseph Schwartz'ın yazdığı gibi: ‘’Bu duvar, tüm bayramlarda kardeşlerimiz tarafından ziyaret edilir ve önündeki geniş alan bütünüyle dolardı. Ayrıca Ağlama Duvarı her Cuma öğleden sonra ve hemen her gün az sayıda insan tarafından ziyaret edilmekteydi.”

1863-1865 yılları arasında Kudüs'teki ABD Konsolosu Albert Rhodes, Yahudilerin Batı duvarındaki dualarını şöyle anlatır: " Bu yer her gezgin için ilginç bir yerdi. Cuma öğleden sonra, bu duvar, ağlayan Yahudiler tarafından tıka basa dolardı. Bunların büyük bir kısmı genellikle bir Talmud bilgini Rav etrafında oturan kadınlardı. Rav, Yahudilikle ilgili metinleri izah ederken erken gelen kadınların ve diğer insanların duvarın bir ucundan diğerine ellerinin değebileceği taşları öptüklerini yazar.

Batı Duvarında bugün bilindiği gibi 18. yüzyılın sonlarına veya 20. yüzyılın başlarına kadar günlük ibadetler düzenli olarak yapılmadı. Burayı ziyaret edip duaya gelenlerin çoğalması üzerine, İngiliz manda yönetiminin tayin ettiği Rav Rashi Yitshak Halevi Herzog ve Rishon Letsiyon Ravı Benzion Meir Hay Uziel, Kotel’de nasıl davranmak gerektiğne dair düzenlemeler yapmak gerektiğine karar verdiler. Getirdikleri kurallar, duvarın dibindeki geçit boyunca bisiklet kullanma yasağı, erkeklerle kadınların dua bölgelerinin ayrılması, bir önceki dua bitmeden ikinci bir duaya başlanmayacağı gibi kurallardı.

Altı Gün Savaşından sonra

Haziran 1967'den sonraki günler ve haftalarda Batı Duvarı’nın dua yeri olarak önemi ölçülemez bir şekilde büyüdü.. İsrail'in bağımsızlık savaşı sırasında, Ürdün ordusu Yaruşalayim’in eski kısmını ve Batı duvarını işgal etti. Ürdün ve İsrail arasındaki ateşkes antlaşması, Yahudiler de dahil olmak üzere herkesin Batı Duvarı'na serbestçe ulaşmasını öngörüyordu. Ancak 1948-1967 arasında Ürdün bu şartı ihlal etti ve Yahudilerin Batı Duvarı'na yaklaşmasını engelledi. İsrail Yahudilerinin tümü bu kutsal yere erişemeden büyüdü. İsrail hükümeti, Kral 0avid'in Zion tepesi üzerindeki mezarı ve Herzl tepesindeki askeri mezarlık gibi alternatif kutsal alanlar sağlamaya çalıştı, ancak halkın Batı Duvarına erişememesi bu mekanı daha saygın bir yer haline getirdi.

Haziran 1967’de İsrail ordusu Eski Kenti işgal edince Batı Duvarına erişmek Yahudiler için mümkün oldu. 8 Haziran 1967 günü paraşütçüler Tapınak Tepesini yeniden ellerine geçirdiler ve Batı duvarına ulaştılar. Kısa zamanda dönemin Ordu Başhahamı Rav Shlomo Goren Batı Duvarına geldi ve geleneksel Şofar’ı seslendirdi ve bu mutlu günü nasip eden Tanrıya dua etti. Ardından İsrael’in Sefarad ve Eşkenaz iki başhahamı ve üst düzey Rav’lar da gelip dua ettiler.

O gün Kotel’e gelenler mekana Tapınak Tepesi yolu ile ulaştılar çünkü Eski kentin birçok yeri henüz Ürdünlü nişancılardan arındırılmamıştı.

Ertesi gün, İsrailli paraşütçüler son direniş odaklarını temizlediler. Dört yıl önce İsrail'in ilk başbakanı olarak emekliye ayrılan David Ben-Gurion, Yeruşalayim Belediye Başkanı Teddy Kollek ile İsrail Doğa ve Parklar Müdürü Yaacov Yanai'nin eşliğinde Batı Duvarı'na geldi. İsrail devletinin efsanevi kurucusu ve ödün vermez bir laik olan Ben-Gurion başını Batı Duvarına dayayarak ağladı. Sonrasında korumalarından Arapça al-Burak yazılı levhayı kaldırmaları talimatını verdi. Al-Burak Batı Duvarı'nın Arap lisanında ismidir. Daha sonra Ben-Gurion Yanai'ye döndü ve ona ‘’buradaki tuvaletleri görmekten utanmıyor musunuz?’’ diye sordu. Yanai, Ben-Gurion'un kızgınlığı üzerine Kollek'e şöyle dedi: "Burayı temizlemeliyiz. Duvar'a şekil vermeliyiz .Kollek de bu vazife ile meşgul olmayı taahhüt etti. Birkaç günde Mugrabi mahallesinin evleri buldozerlerle düzleştirildi ve dar geçit bugün Batı Duvarı Meydanı olarak bilinen açık alana dönüştürüldü.

Az sayıda dua edeni zorlukla barındıracak küçük alan yerine, binlerce insanın sığabileceği yeni bir alan hazırlandı. İlk günlerde 370 bin kişi yeni alanı ziyaret etti. İsrail’in Savunma Bakanı Moshe Dayan, Tapınak Dağı ve Batı Duvarı'nın geri alınmasından kısa bir süre sonra Kudüs'teki Müsliman din otoriteleriyle bir araya geldi. Bu görüşmede, yetkililere, Avrupa'da yerine getirilen bütün dini faaliyetlerin burada da aynen yerine getirileceğini bildirdi.

Bir buçuk hafta sonra da İsrail Savunma Bakanı Moshe Dayan bu defa Yerushalaim’in Müslüman dini otoriteleriyle Mescidi Aksa’da bir toplantı yaptı. Bu toplantıdan sonra resmen Müslüman dini otoritelerinin Tapınak dağı üzerindeki camilerdeki dini faaliyetlerin tümünden sorumlu olacakları beyan edildi. Yahudiler Tapınak dağı alanına serbestçe girebilecekler, fakat orada dua etmeleri yasak olacaktı. Belirlenen kural şuydu; Müslümanlar Tapınak dağının üstünde, Yahudiler de onun altında bulunan Batı duvarında dua edeceklerdi.

Batı Duvarı'nı kutsal bir alan olarak belirleyen eski bir Yahudi geleneği yoktur. Bu mekan beş yüz yıl önce, Müslüman bir hükümdar olan Kanuni Sultan Süleyman tarafından dua edilen bir mekan olarak belirlenmiştir. Yahudilerin ilgisinin uyanması üç asıdan fazla zaman almış ve sadece son 150 yıl içinde Yahudiliğin en kutsal alanı haline dönüşmüştür. Ne var ki, Tapınak Tepesi (Har Habayit) Osmanlı hükümdarı tarafından bir “fetva” ile dua alanı olarak belirlenmiş olmasaydı bile, Yahudiler günden güne bu mekanı daha fazla ziyaret ederek orada dua etmeleri ile ona bir kutsiyet kazandırdılar.

Bu tarihî araştırma Ağlama Duvarı ve Yerushalaim’in kutsal alanlarının geleceği konusunda İsrail ile Filistinliler arasındaki en can alıcı tartışmaların çözümü konusunda İsrailliler arasında bir görüş birliğine varılmasını kolaylaştırabilir mi? Bekleyip göreceğiz..



F. M. Loewenberg, Bar İlan University'nin Social Work Okulunda Profesör Emeritus'tur. Emekliliğinden beri araştırmaları Tapınak Dağı ve Batı Duvarı'nın tarihi üzerine odaklanmıştır. Kaynaklar: Is the Western Wall Judaism's Holiest Site? by F.M. LoewenbergMiddle East Quarterly – Fall 2017 - vol. 24,4


Daha önce on iki kabileye ayrılmış olan İsrail oğulları, Hazret-i Süleyman’ın vefatından sonra iki devlete bölündüler. On kabile İsrail devletini, diğer ikisi Yahuda devletini kurdu. İsrail devleti M.E. 721’de Asurlular, sonra da Yahuda devleti M.E. 586’da Babilliler tarafından yıkıldı. 587 senesinde Asurlu hükümdarı Buhtunnasar Kudüs’ü yakıp yıktı. Yahudilerin çoğunu öldürdü. Kalanlarını da, Babil’e sürdü. Bu karışıklıkta Tevrat nüshaları ortadan kayboldu. Hazret-i Uzeyr’den başka kimsenin ezberinde değildi. Zamanla birçok yerleri unutuldu, değişikliğe uğradı. Muhtelif kimseler, hatırlarında kalan âyetlerini yazarak, Tevrat isminde çeşitli risaleler meydana geldi.

Yahudi dininin bir de sözlü kaynağı vardır: Talmud. Hazret-i Musa’nın sözleri olduğuna inanılan hususlar, nesilden nesile nakledilerek nihayet Yahuda adlı bir haham tarafından milâdın ikinci asrında kitap haline getirildi. Musevi dinine artık Yahudilik denmesi, bu hahama izafeten olmuştur.

İran hükümdarı Şireveyh, Asurluları yenince, M.E. 539 senesinde Yahudilerin tekrar Kudüs’e dönmelerine izin verdi. Yahudiler, M.E. 520 senesinden sonra Mescid-i Aksâ’yı yeniden tamir ettiler. M.E. 63 yılında Kudüs, Romalı kumandan Pompeus tarafından alındı. Pompeus, Kudüs şehrini ve Süleyman Mabedi de denilen Mescid-i Aksâ’yı ateşe verdi. Böylece Yahudiler, Roma hakimiyetine girdiler. M.E. 20 yılında Romalıların Filistin’deki Yahudi valisi Herodes, mabedi tekrar yaptırdı.Yahudiler Roma hakimiyetine baş kaldırdılar. Fakat Milâdın 66. yılında Romalı kumandan Titus, Kudüs’ü tamamen yakıp yıktı. Şehri viraneye çevirdi. Bu arada Beyt-i Makdis de yandı. Sadece Ağlama Duvarı diye bilinen batı duvarı kaldı. Titus’un, katliamından sonra Yahudiler bölük bölük Filistin’i terk ettiler. Romalıların emrinde çalıştırılmak üzere, Mısır’a sevk edildiler. Böylece dünyanın her yerine yayıldılar.

Bizanslılar, Emevîler, Memlükler ve Osmanlılar Beyt-i Makdisten arta kalanı muhafaza ettiler. Mescid-i Aksâ, Müslümanlarca da en mukaddes üçüncü mabed sayılır. Emevî halifesi Abdülmelik, Hazret-i Muhammed’in miraca yükseldiği kayanın üzerine Kubbetü’s-Sahra’yı yaptırdı. Altın kubbesi pırıl pırıl parlayan bu bina, bugün bile Kudüs’ün sembolü sayılır. Mescid-i Aksâ’nın olduğu yere ve Ağlama Duvarının bitişiğine, Emevî halifesi Velid, cami inşa ettirdi. Kanuni Sultan Süleyman Kudüs’e son hâlini verdi. Yahudilerin ha-Kotel ha-Ma’aravi (batı duvarı) adını verdikleri duvara, Hıristiyanlar Ağlama Duvarı dediler. 18 m yüksekliğinde, 485 m uzunluğundadır. Taşlarının 24 sırası toprak üzerinde, 19 sırası yer altındadır. 6 m de yer altında vardır. Bazı taşları 12x1m ebadında ve 100 tondan fazla ağırlıktadır. En üstteki 11 sıra Müslümanlardan; geri kalanı da Hazret-i Süleyman’dan değil, Herodes’ten kalmadır.

Ağlama Duvarı, yüzyıllarca Yahudilerdeki millî ve dinî şuuru ayakta tuttu. Kurtarıcı Mesih inancı da, bu şuurun devamını temin etti. Yahudi inancına göre, “Bu duvar yıkılmayacak ve Rab, mabedin batı duvarını asla terk etmeyecektir!” Bu inanca göre Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa edecek olan Kurtarıcı Mesih’tir.Kudüs, Müslümanların eline geçtikten sonra Yahudilerin buraya gelip ibadet edebilmelerine müsaade edildi. Bölgede Yahudi nüfusunun artmasından sonra Yahudiler, Ağlama Duvarı önüne sıralar, masalar koymak ve o bölgedeki evleri yıkmak istedilerse de Müslümanlar buna mani oldu. 1929 senesinde Ağlama Duvarı sebebiyle Müslümanlarla Yahudiler arasında hadiseler çıktı. Birleşmiş Milletler Cemiyeti tarafından kurulan bir heyet, duvarın Müslümanların mülkiyetinde olduğuna ve Yahudilerin orada dua edebileceklerine karar verdi. 1967 yılında İsrail Kudüs’ü işgal etti. Yahudiler, Ağlama Duvarı önünde toplanıp 2000 yıllık rüyanın gerçekleşmesini coşkuyla kutladılar. Bugün dünyanın her tarafından gelme Yahudiler, Ağlama Duvarı önünde sallanarak dua eder; Süleyman Mabedi’nin ayakta olduğu günlerin yasını tutarlar.

Prof.Dr.Ekrem Buğra





Bugünkü haliyle duvarın en üstünde bulunan 11 sıra, İslami dönemden kalmadır. Geri kalan kısım ise Hz. Süleyman (as) zamanından kalma olmayıp, Herod dönemi mimari özelliklerini taşımaktadır. Kudüs’ün doğu kesiminde Kubbettüs Sahra Camii’nin de bulunduğu Harim-i Şerif’in batı tarafında Tyropean Vadisi’nin kayalık tabanı üzerinde yer alan Ağlama Duvarı, MS I. yüzyıldan itibaren Yahudiler tarafından mukaddes kabul edilmeye başlanmıştır. Yahudilerin önünde ibadet ettikleri bu duvar, Kudüs’ün ve Beyt-i Mukaddes’in yakılıp yıkılışmı, esir olarak Romahlar tarafından başka ülkelere sürülüşlerini anmak, hatıralarını tazeleyip, mabede yeniden kavuşmak ve Yahudi hakimiyetini kurmak hayali içinde dua etmeleri amacıyla kullanılmaktadır. Kudüs İslam hakimiyetine girdikten sonra, Yahudiler serbestçe Kudüs’e girebilmişler, ibadetlerini özgürce yerine getire-bilmişlerdir.

Ağlama Duvarının önünde dualarını etmişlerdir. Osmanlıların Kudüs’ü fethetmelerinden ve İspanya’dan koyulan Yahudilerin Kudüs’e göç etme ve burayı ziyaret etme imkanının doğmasından sonra Ağlama Duvarı Yahudiler için devamlı bir dua yeri haline gelmiştir. Osmanlılar Yahudileri himaye ettikleri gibi, Mescid-i Aksa ve Ağlama Duvarı’m tamir ettirip, yıkılmaktan korumuşlardır. Bölgede Yahudi nüfusunun artmasından sonra Yahudiler Ağlama Duvarı’nın önüne sıralar, masalar koymak ve o bölgedeki evleri yıkmak istediyseler de, Müslümanlar buna mani olmuşlardır. 1929 yılında Müslümanlarla Yahudiler arasında olaylar çıkmıştır. Birleşmiş Milletler Cemiyeti tarafından kurulan bir heyet, duvarın Müslümanların mülkiyetinde olduğuna ve Yahudilerin orada dua edebileceklerine karar vermiştir.

2007 yılında boru hattı döşeme çalışmaları sırasında, Birinci ve İkinci Tapınağın kalıntıları bulunmuştur. Musevi inanışına göre Mesih gelmeden önce, bu alana bir tapınak(3. Tapınak) daha inşa edilmesi gereklidir. Bu nedenle muhafazakar Musevilerin taraftarları, günün birinde üçüncü tapınağın inşa edilmesini ummaktadırlar.Ağlama duvarının bir diğer adı Burak Duvarıdır.

Yahudilerin en büyük hedefi, bu mabedin eski ölçülerine göre yeniden yapılmasıdır. Beyt-i Mukaddesin eski ölçülerle yeniden yapılabilmesi için bugünkü Kubbetü's- Sahranın ve Mescid-i Aksa'nın yıkılması gerekmektedir.
ağlama duvarının amacı ile ilgili görsel sonucu
Derlemedir.

Kanlı Kontes, Elizabeth Bathory


kanlı kontes, elizabeth bathory


Elizabeth Bathory, 7.08.1560 – 21.08.1614 yılları arasında yaşamış ve kanlı kontes olarak bilinen Macaristan asıllı seri katil. Macaristan Krallığı’nın en ünlü soylu ailelerinden biri olan Bathory ailesinden gelen Kontes Elizabeth Bathory tarihin en korkunç kadın katillerden biridir. 54 yıllık yaşamı boyunca işlediği yüzlerce (söylentilere göre bu rakam 650’dir) işkenceyle öldürdüğü genç kızlardan dolayı dünyanın en ünlü seri kadını ünvanını taşıyor.

Kocası Ferenc Nádasdy öldükten sonra büyücülükle uğraşmaya başlayan Kanlı Kontes Bathory, ilk zamanlar At ve benzeri hayvanların kurban edildiği ayinlere katılmış ve bu vahşetten oldukça zevk aldığı söylenmektedir. 40 yaşlarında iken güzelliğinin kaybolacağı endişesine düşen kontes, hizmetçisi olan genç bir kızın saçlarını tararken canını acıtması üzerine ona öyle bir tokat atmıştır ki, genç kızın yüzünden düşen bir damla kan Kontes’in ellerine dökülmüştür. Kızı öldüren Kontes, uşağına uşağına emir vererek kızın bütün kanını bir küvete doldurtup “kan banyosu” yapmıştır ve böylece genç kızın güzelliğini aldığını zannetmiştir.

Bu olaydan sonra hizmetçi ve uşaklarına verdiği emirle bakire kızları kaçırtıp bunları asılı kafeslere koydurtmuş, işkence çektirmiş ve kafeslerden akan kanlarla yıkanmıştır. Ayrıca bu kanlardan içtiği de söylenmektedir. Önceleri sadece köylü kızlarını kaçırıp katlederken kocasının ölümünden sonra artan kan arzusu bu seri katilin soyluların kızlarına da göz dikmesini neden oldu. Kanlı Kontes görgü ve terbiye öğrenmeleri için sarayına kabul ettiği soyluların kızları bir bir kayboluyordu. Artan kız kaçırma olayları ve kaybolan soylu kızlar nedeniyle artan dedikodular üzerine kralın emriyle görevlendirilen György Thurzo şatoya incelemeye geliyor ve yaklaşık 300 kişilik bir tanık ordusu dinlendikten sonra korkunç gerçekle yüzleşiyor.


650 kurban genç kız

Kandırılan ve kaçırılan genç kızları mahzene kapattırıp bedenleri tanınmaz hale gelene dek dövdürüyordu, sonra da yakılıyor ya da parçalanıyordu. Kurbanların ölesiye dövüldüğü, açlığa terk edildiği, canlı olarak yakıldığı, iğnelerle işkenceye uğradığı, kışın dışarıda üzerlerine su dökülerek donmaya bırakıldığı, yüzlerinin, kollarının ve cinsel organlarının ısırıldığı ve cinsel anlamda tacize uğradıkları da biliniyor. 650 kişilik kurban sayısına Bathory’nin hala hükümet arşivlerinde saklı olduğuna inanılan günlük ve mektuplarından ulaşılmıştır.Yaptıkları anlaşılan Bathory soylu olduğundan dolayı öldürülmemiş bir hücreye kapatılmıştır. 1614 yılında ise hücresinde ölü olarak bulunan Kanlı Kontes Bathory aynı zamanda Bram Stoker’in Dracula isimli romanının, III. Vlad’dan sonraki en büyük esin kaynaklarından biri olmuştur.

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Statü simgesi olan peruk


Görsel sonucu

İlkçağ 'a dayanıyor. Bazen süslenme aracı bazen da statü simgesi olan peruk, Asur, Fenike, Yunanistan, Roma ve Mısır'da kullanıldı.Sümerli asil kadınlar saç fileleri ile yapılan çok ağır topuzlar yapıyor, başı çevreleyen örgüler kullanıyor ya da saçlarını tutam tutam omuzlarına doğru bırakıyorlardı. Saçlarına hoş kokan nişasta ve bitkiler sürüyor ve som altın ve değerli taşlarla inci, yakut, Zümrüt ve elmas saç tokalarıyla süslüyorlardı.
Peruklar Asur, Babil, Med, Kaide ve Pers medeniyetleri devirlerinde de çok yaygın olarak kullanılıyordu. Bunlardan Asur ve Babilliler yapay saçları dalgalı, kıvırcık gibi şekillere sokarak, perukların süslenme aracı olarak kullanılmasına öncülük ettiler. Fenike asıllı olan Kıbrıslılar da imal ettikleri çok miktarda peruğu Grek veiyonlara satarak bu işi ticarete döken ilk insanlar oldular.

O yıllarda insan saçından, bazen de insan saçıyla at kılı karışımından, ya da siyah koyun yünü ve bitkisel yağlar kullanılarak üretiliyordu. Sıcak yaz günlerinde saçlarını tümüyle kazıtan Mısırlılar, güneş ışınlarının olumsuz etkilerinden korunmak için, sokağa çıkarken başka, törenlere katılırken başka peruk takıyorlardı. Mısır'da saç biçimi, makam ve rütbe belirlediği için çok önemliydi. Bunu mezarlarında bulunan taraklar, saç tokaları, tıraş bıçakları ve aynalardan da anlıyoruz. Aynı sınıftan iki kişi, peruk takmakla kalmıyor, aynı zamanda birbirinden çok zor ayrılan saç modellerini tercih ediyorlardı.
Tutankamon’un meşhur altın maskesinde betimlendiği üzere; firavunlar bir taç ya da “nemes” adı verilen bir başlık takarlardı ve saçlarının tek bir telinin görünmesine dahi izin vermezlerdi.Zengin Mısırlıların kadını da erkeği de saçlarını kazıtır ve peruk kullanırlardı. Diğer sınıflara mensup olanlar ise ya saçlarını uzatır ya da domuz kuyruğu takarlardı

Yunanlılar ise, o yıllarda alın kesimine takılan ufak takma saçları tercih ediyorlardı. Zengin Romalı kadınlar da, üstüne altın tozu serperek kullandıkları peruklarını, savaş tutsaklarının saçlarından yaptırıyorlardı. O dönemde Roma'da kurulan insan saçı pazarında, en çok Germenler'in sarı saçları rağbet görüyordu. İmparatorluğun sonlarına doğru moda olan yüksek peruklar, ilk Hıristiyan kadınlarının da ilgisini çekmişti. Ancak, din adamları, 692'de peruğu yasakladı, bu alışkanlığın birkaç yüzyıl boyunca unutulmasına yol açtı. O yıllarda saçlar, "şeytanın kötülüklerinin gizlendiği yer" olarak tanımlanıyordu. Bu yasak yüzünden, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde kilise, takma saça olumlu gözle bakmadı.

Ancak, 1558'de tahta çıkan İngiltere kraliçesi I. Elizabeth döneminde, kadınlar arasında yeniden moda oldu. 16. yüzyılda Fransız soyluları , hizmetçilerinin saçlarını, kendilerine peruk yaptırmak için kestiriyorlardı. Bir tek saç buklesini ön plana çıkarma modası ise, İngiliz erkeklere ait; buna "sevgi buklesi " adını taktılar.





Peruk kullanımı, gerçek anlamda 16. yüzyıl sonlarından itibaren yaygınlık kazandı. Devlet adamları, elçiler ve bilim adamları başta olmak üzere hemen herkes saçlarını kazıtıyor, benzer şekillerde hazırlanmış takma saçlar kullanıyordu. Bu dönemde peruk, güzellik ve zarafetin yanı sıra, doğuştan saçsız insanların derdine de derman oldu. "İngiltere kraliçesi I. Elizabeth'in kel olduğu ve 80 ayrı çeşitten oluşan peruk koleksiyonu", dönemin en çok konuşulan dedikodusuydu...

Erkekler ise, 17. yüzyılda genç yaşta saçları dökülen Fransa kralı XIII. Louis öncülüğünde peruk takmaya başladılar. Geniş lüleler halinde inen saçlar omuzlara kadar dökülüyor, hattâ sırta kadar uzuyordu.Yüzyıl ortalarında, Fransa'da bu üretim dalı hayli gelişti, hatta, bir perukçular loncası bile kuruldu. Artık ülkede, uzun takma saçlar, şık giysilerin vazgeçilmez bir parçasıydı. Bu moda, başta Fransa'da olmak üzere tüm Avrupa'ya yayıldı. 14. Louis döneminde, erkek peruğu kat kat bukleleri ve kurdeleleriyle en parlak çağını yaşadı. Kadın perukları da, değerli taşlar ve kurdelelerle bezenerek çok süslü bir niteliğe büründü. O yıllarda, saray halkının görkemli giysilerinin parçası, saltanat ve soyluluğun simgesi sayılan peruk, varlıklı kent-soyluları da etkilemekte gecikmedi.





18. yüzyılda, ise, doğal bir görünüme özen gösterildi. Perçemler arkaya doğru taranarak takma saçın başlangıç çizgisi örtüldü. 1750'lerde, tepesi yükseltilerek, enseden sarkan bukleler, arkada siyah bir filenin içinde toplandı. Erkek peruğunun çok sayıdaki bukleleri azaltılarak, alnı açık bırakan ve boyuna bir kurdeleyle tutturulan şekli benimsendi.

Yüzyılın ortalarına doğru uzun saç, erkekler arasında sınıf, statü ya da görev belirten bir simge durumuna geldi. Üst düzey meslekler için, resmi giysinin parçası niteliğindeki özel takma saçlar benimsendi. Fransız Devrimi'nin sonuna kadar, hemen her mesleğin kendine özgü bir peruğu vardı ve bu perukların kesimine bakarak, kişinin toplumsal konumunu anlamak mümkündü.

Mahkemede,İlk kez 1620 yılında, Fransa'da bir papaz, 13. Louis Mahkemesi'ne takma uzun sarı saçıyla çıktı. Başlangıçta ilginç karşılanan bu kostüm, zamanla tüm mahkemelerde benimsendi.

Erkeklerin uzun saç kullanımı, İngiltere kralı III. George döneminde halk arasında yaygınlığını yitirdi, soylularla sınırlı kaldı. Fransız Devrimi'nin çalkantılı günlerinde, saça artık sadelik ve doğallık egemendi... Devrimle birlikte eski önemini kaybedip sıradanlaşan peruk, nefret edilen soylular sınıfının olumsuz bir simgesiydi... Böylece zenginliğin önemli ifadesi uzun saç, bir süreliğine de olsa tarihe gömüldü.



Derlemedir..




Sümerlerden kalan gelenekler

Sümer dini, önceleri tanrısız bir dindi. İnsanlar öncelikle büyük tabiat güçlerine taparlardı. Büyük tabiat güçleri pasifti, yaratıcı güçten yoksundu. Bu tabiat güçlerine sonradan Tanrısallık biçilmiştir. İnsan aklı soyuttan somuta doğru gelişmiştir ve soyut şeyleri antik çağların insanları somutlaştırmak istemiştir.
Bu somutlaştırmadan evvel,Tanrı kavramı yaratıcı olmaktan ziyade soyut olarak ‘enerjiyle’ ifade ediliyordu.
Örneğin Tammuz, bereket tanrısı olmadan önce ağacın ve bitkinin içindeki enerjiydi. Bu somutlaştırma sürecinde Sümerler, o dönem en ileri oldukları astronomiden yararlanmıştır. İnşa ettikleri devasa Zigguratlar ile gökyüzünü gözlemektelerdi. Soyut ilahlarını, gökyüzünde keşfetmeye başladıkları cisimlerle özdeşleştirerek somutlaştırdılar.
Ay Tanrısı, Güneş Tanrısı, Rüzgar Tanrısı vs. Sümer’den dünyaya inancın yayılışı
Sami Irktan olan Akadlar, M.Ö. 2500 yılında Sümer bölgesine yerleşiyor ve muazzam bir uygarlıkla karşılaşıp kendi inançlarını Sümer inançlarıyla harmanlıyor. Akadların, hem Batı hem de Doğu’ya doğru genişlemesiyle Sümer inançları denizci bir toplum olan Fenikeliler’e ve Filistin’e ulaşıyor. Fenikeliler vasıtasıyla da Antik Yunan ve Roma’ya…
Sümerlerin İnanna’sı; Semitik toplumların İştar’ı, Fenikeliler’in Astarte’si, Antik Yunan’ın Afrodit’i oluyor. Sümer’in Tammuz’u, Fenike’nin Adonis’i oluyor. Sümer’in Ninurta’sı, Yunan’ın Zeus’u oluyor. Kısaca, Sümer’de somutlaştırılan ne kadar Tanrı ve Tanrıça varsa bahsi geçen coğrafyalarda da versiyonları türetiliyor.
Nevruz: Kutsal Evlilik ile ilgili görsel sonucu
Nevruz: Kutsal EvlilikSümer’in en ünlü tanrısı Tammuz, bereket ve güneş tanrısıdır. En ünlü tanrıçası ise, bereket, toprak ve ay tanrısı olan İnanna’dır. Sümer’deki inanışa göre, soğuk ve zor geçen kışın ardından baharın gelişiyle her yıl 21 Mart tarihinde Tammuz ve İnanna evlenir. Bu evlilik kışın bitişini, topraktaki bereketlenmeyi simgeler ve her yıl bu tarihte kutlanır.
21 Mart aynı zamanda gündüz ve gecenin birbirine eşit olduğu tarihtir. Güneş tanrısı Tammuz, gündüzü; ay tanrısı İnanna geceyi simgeler ve bu geceyle gündüzün kavuşmasıdır. Tammuz ve İnanna’nın birleşmeleriyle dünyaya bolluk, bereket ve yeşillik gelirdi, hayvanlar yavrulardı. Evlilik, güneşle alakalı olduğundan ritüelde ateşin üstünden atlamakta vardır. (Ateş, güneşi simgeler.)
İlk defa M.Ö. 4000 yılında kutlanan bu evlilik, Mezopotamya ve Orta Asya’da Nevruz halini alıp zenginleştirilmiştir. Hristiyanların Paskalyası ve Hıdrellez’in kaynağı da bu kutsal evliliktir.
Semitik toplumlardaki ‘cemre’ inancı da bu evlilikten gelir.
Ä°lgili resim
Gelin odasının süslenmesi
İnanışa göre, kutsal evlilik öncesinde Tanrıça İnanna yıkanır, annesi ile konuşarak ondan tavsiyeler alır, kapı arasından hediyelerin gelişini gözler. Daha sonra gelin odası hazırlanır ve çeyizler ziyaretçilere gösterilir. Ancak tüm bu hazırlıklar tamamsa Tammuz’un içeri girmesine izin verilir. 6000 yıldır bu evlilik töreni, o bölgede, bölge çevresinde ve Anadolu’da bu şekilde devam etmektedir. (Tammuz ve İnanna’nın kutsal evliliklerine dair, Tevrat’taki Süleyman’ın Şarkıları’na bakabilirsiniz.)
Selvi ağacı, mezarlıklar ve Tammuz ile ilgili görsel sonucu
Selvi ağacı, mezarlıklar ve Tammuz
Tammuz için metinlerde şöyle denir: “Bir yığın Haşur Ormanlarının arasında sen pırıl pırıl parlayan bir selvi ağacıydın ve senin bulunduğun yere sadece güneş gelebilirdi”.
Sümer tapınaklarında Tammuz’un sembolü olarak selvi ağacı dikilirdi. Tammuz, sular tanrısı Enki’nin oğlu olduğu için, tapınaklarda aynı zamanda havuz, su kuyusu veya çeşme de olurdu.
Bugün mezarlıklarda selvi ağaçlarının olmasının nedeni, selvi ağacının “ebedi hayat”ı simgeleyen ‘hayat ağacı’ olmasıdır. Tammuz gerçek anlamda hiçbir zaman ölmez; ebediyete sahiptir.
Noel ağacı sumerler ile ilgili görsel sonucu
Noel ağacı
Bir önceki maddede Tammuz hiçbir zaman tam olarak ölmez demiştim. Evet ölmez sadece derin bir uykuya dalar. Bu uyku, gecenin gündüze galip gelmeye başladığı tarihe denk gelir. Bu tarih gece ile gündüzün yıl içerisinde son kez birbirlerine eşit oldukları ekinoks tarihidir. Bu tarihten sonra gecelerin süresi, gündüzü geçer ta ki 21 Aralık’a kadar.
21 Aralık yıl içerisinde en uzun geceyi içerir. 21 Aralık’ta Güneş tanrısı Tammuz ‘ölür.’ 3 gün sonra ise gecenin kısalmaya gündüzün uzamaya başlamasıyla dirilir.
Bu diriliş 25 Aralık’ta kutlanır ve bu kutlamalarda Sümerler, bugün noel dedikleri ağaçları kullanır. Ağaçtaki süsler, her türden meyveyi ve bereketi simgeler; ağacın kendisi ise Tammuz’dur.
Tıbbın sembolü sumerler ile ilgili görsel sonucu
Tıbbın sembolü
Yukarıdaki örneklerde hayat ağacının kendisinin Tammuz olduğunu görmüştük. Hayat ağacına sarılı iki yılan Tammuz’un iyileştirici özelliğini tasvir eder. Günümüz tıp çevrelerinde yaygın olarak kullanılan yılan sembolünün kaynağı da yine Sümer’dir.
domuz ve adonıs ile ilgili görsel sonucu
Domuzun haram olması
Tammuz’un diğer adı -daha doğrusu bir başka söylenişi- Domuzi’dir. İnanca göre Tammuz ve onun bir sonraki versiyonu olan Adonis, vahşi bir domuz tarafından katledilir.Domuzu mitolojide günahkar, dinlerde haram yapan bilinçaltında yatan ‘Tanrı katili’ sıfatıdır. Ayrıca ekonomik açıdan, domuzun küçükbaş hayvanlar gibi göç edememesi ve dönemin şartlarınca yaz aylarında etinin sıcağa dayanamayarak çabuk bozulması da nedenler arasındadır.
Yere düşen ekmeğin öpülmesi Ekmeğin kutsallığı Sabiilerden gelir. ile ilgili görsel sonucu

Yere düşen ekmeğin öpülmesi
Ekmeğin kutsallığı Sabiilerden gelir. Tammuz’un bir başka versiyonuna tapan Sabiilere göre ekmek çok kutsaldı. Öyle ki, buğdayın toplanması ve öğütülmesi zamanında Sabiiler ağlardı. Çünkü bu tarihler, Tammuz’un öldüğü -derin uykuya daldığı- günlere denk gelirdi.
Sabiilere göre, ekmek Tammuz’un etiydi. Tammuz, Sabiiler için ana geçim kaynağıydı. Bu nedenledir ki, bugün Anadolu’da hala ekmek yere düştüğü zaman öpülür ve başa konur, ekmek ve buğday kırıntısına basmanın büyük günah olduğuna inanılır ve ekmek bıçakla kesilmez.
Çünkü, ekmek binlerce yıl önceki inanca göre bereket tanrısı Tammuz’un etiydi. Ekmeğe verilen önem bu coğrafyada hiç değişmedi. Elbette, Tammuz unutuldu, gitti. (Ek olarak, Sabiiler’e göre ekmek Tammuz’un eti dedik. Şarap da barış ve şarap tanrısı Dionysus’un kanıydı. Her ikisi de dönemin insanları için ana geçim kaynağıydı. Hristiyanların Efkaristiya’sını açıklamak için yeterli bir kaynak.)

Kurban ritüeli
Sümer’de tanrıları sevindirmek, istekte bulunmak, hastalıktan kurtulmak ve adakta bulunmak için, hasta veya sakat olmayan bir hayvan kurban edilirdi. Kurbanları tapınak rahipleri keserlerdi. Kurbanın sağ kalçası ve iç organları Tanrılara takdim edilir, geri kalanı ise dağıtılırdı.
Ä°lgili resim
Mitolojideki ilk tek Tanrı: Marduk
Marduk, Babil kentinin tanrısıydı ve Sümer’deki Tammuz’un Babil versiyonuydu. Babil şehrinin güçlenmesiyle birlikte o da güçlendi. (Mitolojide tanrılar, doğdukları şehre bağlıydı. Şehir güçlendikçe o şehrin -ya da devletin- kralı, kendi tanrısını da güçlendirmiş ve yaygınlaştırmış oluyordu.)
Marduk, M.Ö. 2000’de Kral Hamurabi tarafından Baş Tanrı olarak ilan edildi. M.Ö. 1600’lerde de Kral Buhtunnasr tarafından Tek Tanrı ilan edildi
Marduk Tanrıların Tanrısı konumuna gelince diğer 50 tanrı, kendi güçlerini Marduk’a verir. Her bir gücün, özelliğin de ayrı ismi vardır. Böylelikle, Marduk’un 50 kadar ismi olur.
Marduk, kendisine güçlerini sunan tanrı ve tanrıçaları kendi hizmetine alır ve onlara sınırlı güç ve görevler atfeder. Böylelikle eski Sümer tanrıları, tek tanrının hizmetinde birer elçi, veli ve ilahi ögelere dönüşür.
Babil’in zayıflaması ve Asur’un güçlenmesiyle Marduk’un Asur versiyonu ortaya çıkar: Devlete de ismini veren Asur tanrısıdır. Ve zamanla Kabala öğretisinde kendine yer edinen bu tek tanrı inancı, modern yapısına Tevrat ile kavuşur.
Tammuz-İnanna ile ilgili görsel sonucu
Şubat sevgililer günü
Sevgililer günü günümüzden çok daha evvel Antik Yunan’da kutlanıyordu!
Sümer’deki Tammuz-İnanna ve Anadolu’daki Attis-Kibele evlilikleri gibi Antik Yunan’da da Tanrıça Hera ile Tanrı Zeus’un kutsal evliliği yüzyıllardır kutlanıyor. Zeus genel olarak partnerlerini aldatan çapkın bir yapısı vardır ve bir gün şekil değiştirerek Hera ile birlikte olur. Aldatıldığı ve gururuyla oynadığı için Zeus’u sadece onunla evlendiği takdirde affedebileceğini söyler ve kutsal evlilik gerçekleşir. Antik Yunan’da Tanrıların Tanrısı olan Zeus evlenince Tanrıça Hera’da Tanrıların Tanrıçası olmuştur.
Antik Yunan’daki Hera, Roma’da Juno ismini alır. Roma’da kadınlık ve evlilik tanrıçası olarak bilinen Juno’ya duyulan saygı sebebiyle 14 Şubat tatil ilan edilir ve bu tarihte çeşitli ritüeller gerçekleştirilir. Böylelikle 14 Şubat, Antik Yunan tanrıçası Hera’nın sevgililere hediyesi olmuş oluyor.
Baş örtüsü Sümer ile ilgili görsel sonucu
Baş örtüsü
Sümer’de, Babil’de (ve hatta erken Anadolu dönemlerinde bile) her genç kız evlenmeden önce tapınağa gider ve orada bir kere olmak üzere yabancı bir erkekle para karşılığı beraber olurdu. Bu parayı tapınağa bağışladıktan sonra tapınaktan ayrılabilir ve artık evlenebilirdi. Bu tür bir cinsel birleşme son derece kutsal sayılırdı (tıpkı Tammuz İnanna veya Kral-Baş Rahibe birleşmesinde olduğu gibi).
Bunu yapmadan genç kız evlenemezdi. Asilzadeler bile kızlarını kendi elleriyle bu tapınaklara getirmişlerdir. Çirkin kızların kötü bir kaderi vardı; bazen kendileriyle beraber olacak bir erkek çıkması için yıllarca tapınaklarda beklerlerdi. Bunun dışında tapınak rahibeleri, bu kutsal fahişeliği sürekli olarak yaparlar ve tapınağa gelir sağlarlardı (ancak belirttiğim gibi, bu utanç verici bir iş değil son derece kutsal bir görevdi, onlara sokak fahişesi muamelesi yapılmazdı).
Bu kadınların diğer kadınlardan ayrılması için, başlarının bir şalla örtülmesi zorunluydu. Bu örtü, artık o kadının evlenebileceği anlamına geliyordu. Bunların haricinde kızların, cariyelerin ve fahişelerin örtünmesi yasaktı.
M.Ö. 1500 yıllarında Asur kralı, sadece evlenilebilir kadınların değil; evlenen ve dul kalan kadınlarında örtünmesini zorunlu kılmıştır. Böylelikle, üç büyük kutsal kitapta da geçen baş örtüsü adetinin kaynağının Sümer olduğu öğreniyoruz.
Kartal. Sümer ile ilgili görsel sonucu
Kartal.
Sümer’de güneşin farklı farklı şekilleri vardır. Sabah, öğle, akşam güneşinin; yaz, bahar, kış güneşinin farklı farklı isimleri, simgeleri ve tanrıları vardır. Sümer’deki sabah güneşini de kartal simgeler. Sabah güneşiyle kartal; doğuşu ve yükselişi ifade eder. Kartal aynı zamanda batmayan güneşin temsilidir.
Sümer’den günümüze kadar özellikle devletler tarafından bu simge kullanılmıştır. Kartal, pek çok devlet için gücün sembolü olmuştur. (Roma, Selçuklu, günümüzde ABD vs.)
Kutsal sayılar
Sümerliler, gökteki 12 burcu ilk kez keşfeden uygarlıktır. Sümerlilerin bir gün 12 saatten oluşuyordu ama 1 saatleri bizim 2 saatimize eşitti; yani toplamda yine 24 saatti. İsa’nın 12 havarisi, bu burçları temsil eder. Sümer inancına göre, burçlarda birer tanrı otururdu ve güneş tanrısı bu burçları ziyaret ederdi (her 2150 yılda bir güneş başka bir burca denk gelirdi ve Sümerliler bunu hesaplamışlardır).
Bugün Yahudilikteki ve Hıristiyanlıktaki 7 kollu şamdan, Sümer’in meşhur ağacını ve yedi seyyareyi temsil eder. Tek tanrılı dinlerdeki cehennemin 7 kapısı, Sümer’in yer altı dünyasının 7 kapısı olmasından gelir.
Sümerlerde sayı sistemi 10’luk değil; 60’lıktır. En büyük rakam 60, en büyük tanrının rakamı da 60’tır. Ay tanrısının rakamı ise, 30’dur. (Ay Dünya etrafındaki dönüşünü yaklaşık 30 günde tamamlar.)

Sümerliler sayı ile ilgili görsel sonucu

Kutsal sayılar

Sümerliler, gökteki 12 burcu ilk kez keşfeden uygarlıktır. Sümerlilerin bir gün 12 saatten oluşuyordu ama 1 saatleri bizim 2 saatimize eşitti; yani toplamda yine 24 saatti. İsa’nın 12 havarisi, bu burçları temsil eder. Sümer inancına göre, burçlarda birer tanrı otururdu ve güneş tanrısı bu burçları ziyaret ederdi (her 2150 yılda bir güneş başka bir burca denk gelirdi ve Sümerliler bunu hesaplamışlardır).


Bugün Yahudilikteki ve Hıristiyanlıktaki 7 kollu şamdan, Sümer’in meşhur ağacını ve yedi seyyareyi temsil eder. Tek tanrılı dinlerdeki cehennemin 7 kapısı, Sümer’in yer altı dünyasının 7 kapısı olmasından gelir.

Sümerlerde sayı sistemi 10’luk değil; 60’lıktır. En büyük rakam 60, en büyük tanrının rakamı da 60’tır. Ay tanrısının rakamı ise, 30’dur.
(Ay Dünya etrafındaki dönüşünü yaklaşık 30 günde tamamlar.).



Kaynak: Muazzez İlmiye Çığ, Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, Kaynak Yayınları,


25 Mayıs 2018 Cuma

Antik Mısır’dan bir kedi mumyası.

Kediler ilk kez Anadolu ve çevresinde evcilleştirilmiş


Fotoğraf: Natural History Museum, London/Science Photo Library


Nature Ecology and Evolution (Doğa Ekoloji ve Evrim) dergisinde yayınlanan yeni bir makale, kedilerin ilk olarak Anadolu ve güneyinde "bereketli hilal" olarak adlandırılan bölgede evcilleştirildiğini gösteriyor.

Çalışma, günümüzde yaşayan yabani kedilerle arkeolojik alanlarda bulunan kedi iskeletlerinden çıkartılan DNA örneklerini kıyaslayarak yapılmış. Evcil kedilerin Avrupa'ya yayılması ilk olarak Neolitik dönemde (yakaşık 10,000 yıl önce) Anadolu'da başladığını ancak esas yaygınlaşmalarının Klasik dönemde (milattan önce 8. yüzyıl ile milattan sonra 5. yüzyıl arası) Mısır kedisinden olduğunu gösteriyor.

Tarımın başlangıcıyla fareler artmış, bu da kedilerin insanlarla yakınlaşmasına olanak vermiş. İlk çiftiçilerin evcilleştirdiği bu kediler daha sonra gemilerin gittiği heryere gitmişler. O dönemde kediler, gemilerin olmazsa olmaz tayfasıymış.

Araştırmacılar, kedi evcilleştirme hakkında çok az şey biliyorlar ve ev kedisinin (Felis silvestris) gerçekten evcil bir hayvan olup olmadığı konusunda aktif tartışmalar sürüyor. - yani davranışları ve anatomileri vahşi akrabalarından farklı. "Eski kedilerin tarihini bilmiyoruz. Paris'teki Institut Jacques Monod'da evrimci bir genetikçi olan Eva-Maria Geigl, kökenlerini bilmiyoruz, dağılımlarının nasıl olduğunu bilmiyoruz "diyor. Araştırmacı çalışmayı, Oxford, İngiltere'deki Biyomoleküler Arkeoloji Uluslararası Sempozyumunda arkadaşları Claudio Ottoni ve Thierry Grange ile birlikte sundu.(1- Doğa Tarihi Grubu-Dr. Emrah Çoraman)

Evcil kedilerin (Felis catus) yaklaşık on bin yıl önce, Yakın Doğu’daki ataları olan Afrika vahşi kedilerinden (Felis silvestris lybica) ayrı bir tür olarak ortaya çıktıklarını gösteriyor. O günden bu yana bu kediler, keşiflerle, ticaretle ve yerleşim gibi nedenlerle insanlar tarafından (bilerek veya başka türlü) taşınarak dünyaya yayıldı. MÖ. 7000’e gelindiğinde Çin’de insanlarla birlikte yaşayan kedilerin kanıtlarını görebiliyoruz. Yaklaşık 5300 yıl öncesinde ise, kediler çoktan Kıbrıs’a ulaşmışlardı bile. Adada yerli kedi popülasyonu olmadığından kedilerin insanlar vasıtasıyla Kıbrıs’a ulaşmış oldukları düşünülüyor. insanlarla gerçek bütünleşmelerinin ilk ipuçları, yaklaşık 4000 yıl önce Mısır’da görülüyor. Mısır kültürü kedileri kutsal sayan bir kültürdü. Bu dönemde kedigillerin insanlarla daha dünyevi ilişkiler kurmuş oldukları görülüyor. Örneğin, 18. Hanedanlık Dönemi (MÖ. 1350) fresklerinde kediler ve insanlar arasındaki gelişen bu işbirliğinin canlı bir betimi, Thebes’de zengin bir yetkili olan Nebamun’un mezarını süslemekte (Şimdi British Museum’da sergileniyor). Burada, bugün bir av köpeği olarak kullanabileceğimiz küçük çizgili bir kedi, bir avcıya yabani bir kuşu yakalamak ya da avlamak için yardım ediyor. Fakat bu betim, kedilerin duygusal bir statüye ulaşmış olmalarını değil, açıkça bir iş/işgücü hayvanı olarak görüldüklerini gösteriyor.



Korunmuş bir kedi patisi izi: Roma kiremiti, Nottinghamshire. Kil kururken kedi tarafından üzerine basılmış. 1. yüzyıl.
Stelde, göğsünde tuttuğu bir kediye sarılmış olan küçük bir kızın çekici ve gerçekçi bir görüntüsü yer alıyor. Portresi için poz veriyormuş gibi izleyiciye bakan çocuk, kediyi ön bacaklarının altından tutarken hayvanın alt vücudu aşağıya sarkık bir vaziyette sallanmakta (ve bu vaziyet, başka bir evcil hayvan olan fırsatçı bir yavru horoza gagası ile kedinin kuyruğunun ucunu yakalama fırsatı sunuyor).
(2-arkeofili.comdan alıntı.)
Derlemedir.

İlk beyin ameliyatının yapıldığı Aşıklı Höyük



"Aşıklı Höyük, Aksaray ili sınırları içerisinde Kızılkaya Köyü yakınlarında milattan önce 8 bin 500 yılına kadar uzanan, Aksaray tarihinin ve hatta Orta Anadolu tarihinin başladığı yerdir. Burada yaşayan insanlar bölgedeki ilk üretim faaliyetlerini yapan, yerleşik hayata geçen, hayvanları evcilleştiren ilk medeni toplum bu bölgede kurulmuş ve teşkilatlanmış. Aşıklı Höyük milattan önce 8 bin 500, yani günümüzden 11 bin yıl öncesine tarihleniyor. ( İl Kültür ve Turizm Müdürü Mustafa Doğan)

İLK BEYİN AMELİYATI OBSİDYEN VE KEMİK PARÇALARI İLE YAPILMIŞTIR

Bayanın kafatasının arka bölümündeki birleşim noktasından, o dönemdeki obsidyen ve kemik parçalarıyla vücudundaki kötü ruhların çıkması inancıyla iyi olacağı düşünülerek bu ameliyat gerçekleştirilmiştir.

İlk kez 1963 yılında Hititolog Edmund Gordon tarafından saptanan Aşıklı Höyük’te ilk kapsamlı çalışma 1964-65’te Ian Todd tarafından gerçekleştirilmiş. Bu çalışma, yüzey toplaması, kesit çalışması ve tarihlendirmeye odaklanmış. Aşıklı Höyük’teki ilk arkeolojik kazı çalışmaları ise, 1989 yılında, Mamasun Barajı’nın su düzeyinin yükseltilmesine karar verilmesi dolayısıyla höyüğün olasılıkla su altında kalacağının anlaşılması üzerine İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı tarafından başlatılmış.
AŞIKLI HÖYÜK ile ilgili görsel sonucu
Asikli Höyük began at around. 8,000 BC. As in Catal Höyük, the houses were mud brick and entered through the roof. Archaeologists have discovered large numbers of artefacts made from obsidian – black volcanic glass – as well as bone, antler and copper, with an array of blade types. Here too the dead were buried beneath the floor, and one of the skeletons that has been analysed shows evidence of trepanation (the drilling of a hole in the skull), perhaps for some form of surgery.
Ä°lgili resim
This was a sophisticated society with a wide-ranging diet that consisted of meat from both wild and domesticated animals and a variety of cultivated wheat, barley, peas and lentils – a huge step forward in human progression from the nomadic hunter-gatherers.

Digging in Asikli Höyük
  Source: Mihriban Özbasaran: "RE-STARTING AT ASIKLI" The Anatolia Antiqua XIX (2011), p. 27- 37

Grave goods in Askili Höyük



Burial gifts from Asikli Höyük
Source: Master Thesis of F. V Güngördü; who had it from Esin, U., Harmankaya, S. 1999. “Asikli”; In Özdogan, M. and N. Basgelen, eds., "Neolithic in Turkey, The Cradle of Civilization, New Discoveries". Ýstanbul: Arkeoloji ve Sanat.
Fotograflar ;tf.uni-kiel.den alıntıdır.


İlk bira Sümerli’nin ıslak unuttuğu ekmek





Enkidu ekmeğin nasıl yendiği ve biranın nasıl içildiğini bilmiyordu. Şamkat ağzını açıp Enkidu'ya şunu söyledi: "Ekmek ye Enkidu, bu yaşamın bir parçası! Ve toprağın geleneği olan birayı iç." Enkidu ekmek yedi, doyuncaya kadar. Bira içti, yedi testi dolusu. Ruhu sakinleşti ve keyiflendi. Kalbi neşe doldu ve yüzü ışıldadı. Su ile pis bedenini yıkadı. Vücudunu yağ ile ovdu ve "insan" oldu.




Gılgameş destanı, M.Ö. 1600'lü yıllarda Mezopotamya'da ortaya çıkan eski bir efsaneyi bu şekilde aktarıyor. Ancak bira zevki ve bira üretimi, kuşkusuz, ilk olarak M.Ö. 4. yüzyılda Güney Mezopotamya'da yaşayan Sümerler arasında görülmemişti. Biracılıkla ilgili bilgiler, tarihin bilinmeyen, karanlık sayfalarına kadar uzanıyor.




Bira ve biracılığın kökenine ilişkin farklı görüşler var. Bunlardan ilki, kökenini Sümerler, Babilliler ve eski Mısır'a dayandırıyor. Araştırmacıların bir kısmı da, Kolomb'un Amerika'yı keşfi sırasında yerlilerin bira üretip içtiklerini belirten notlarından hareketle farklı savlar ileri sürüyorlar. Çin kaynaklarında biranın tarihi M.Ö. 2300'lere kadar uzanıyor. Yine Amazonlar'da elde edilen bazı bulgulardan yola çıkılarak, yağmur ormanlarında, günümüzden 10.000 yıl önce bira üretildiği ileri sürülüyor. Yine de, biranın ilk kez Mezopotamya'da bulunduğuna yönelik görüşler, diğerlerine oranla ağır basıyor.




Bira üretiminin önkoşulu, tahıl yetiştirmek ve ekmek yapmayı bilmekti. İlk biranın, yaklaşık 10.000 yıl önce, bir parça ekmeğin ıslanıp mayalanmaya başlamasıyla tesadüfen ortaya çıktığı tahmin ediliyor. M.Ö. 5000'li yıllarda, Fırat ve Dicle ırmakları arasında kalan topraklarda arpa ve buğday (triticum dicoccum) yetiştiriliyordu. Her ikisinden hem ekmek, hem de bira yapıldığı sanılıyor. Irak'ta, hemen Musul kentinin yakınlarındaki ören yeri Ninive'deki Gaura Tepe'sinde bulunan bir mühür, bira geleneğinin en eski kanıtlarından biri. M.Ö. 4. yüzyıla ait bu mühürde, bükülmüş bitki saplarıyla büyük bir kaptan bira içen iki adam tasvir ediliyor. Uruk'ta bulunan, 4. yüzyılın sonlarına ait arkaik tablet metinlerinde, "Ka" (bira) olarak okunan resim yazısı, bira geleneğinin en eski yazılı kanıtı olarak kabul ediliyor.




Paris'teki Louvre Müzesi'nde sergilenen yaklaşık 5000 yıllık kil tabletler, Sümerlerin bira üretim tekniği hakkında bazı bilgiler veriyor. "Monument bleu" olarak anılan bu tabletler, buğdayın kabuğundan nasıl ayıklandığını ve bereket tanrıçası Nin-Harra için sunulacak biranın nasıl hazırlandığını gösteriyor. Sümerlerin bira tanrıçası Ninka-i (ağzı dolduran efendi) adına yazılan bir ilahi, biranın yapılma sürecini tarif ediyor: Öncelikle, ıslatılan arpalar çimlendiriliyordu (malt yapılıyordu). Bu yeşil malt, kurutuluyor, kökçükleri ayıklanıyor, havan ve tokmak kullanarak ya da değirmen taşıyla öğütülüyor, su ve bira ekmeğiyle homojen bir hamur haline getiriliyordu. Bira ekmeği, çimlendirilmeden öğütülmüş tahıl ve kokulu bitkilerden yoğrulan hamurdan pişiriliyordu. Bu hamur somun ya da pide gibi şekillendiriliyordu.




Malt, su ve bira ekmeğinden hazırlanan karışım, kapalı bir kapta mayalanmaya bırakılıyordu. Son olarak bu karışıma tatlandırıcı maddeler ilave ediliyordu. Bu maddeler, içerdikleri şekerle, mayalanma sürecini hızlandırıyordu. İşlemin sonunda, teknenin tabanındaki deliklerden alttaki kaba damlayan sıvı, bir tür mayalanmış arpa suyu olmalıydı. "Ka" adını verdikleri bu sıvı, lezzet olarak tatlı, görüntü olarak bulanıktı. Üst yüzeyinde mayalanmadan kaynaklanan artıklar dolaşıyordu. Uzun bitki saplarını, bu kalıntıları da birlikte içmemek için kullanıyor olmalıydılar.




Mezopotamya'da farklı lezzetlerde bira üretiliyordu. Kadınlar için oldukça tatlı ve pahalı olan buğday birası üretiliyordu. Koyu malt birası, ucuz olduğu için herhalde, çok miktarda, sevilerek içiliyordu.

Alıntı_

"BU SAVAŞ BİZİM SAVAŞIMIZ DEĞİL"

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi, açık hava


"BU SAVAŞ BİZİM SAVAŞIMIZ DEĞİL"
BİR ANZAK ASKERİNİN ÇANAKKALE SAVAŞI SIRASINDA AİLESİNE YAZDIĞI MEKTUP 10 AĞUSTOS 1915 GELİBOLU
"Sevgili ve bir zamanlar mutlu ailem.
Gelibolu cehenneminden hepinize merhaba! Bu mektubu size yazmak niyetinde değildim. Aslında ben artık kimseyle konuşmak kimsenin, kimsenin yüzünü görmek istediğimden de emin değilim. Hem siz benim buraya cehennem dediğime bakamayın burası hakikaten güzel bir yer.
Üzerleri toz toprakla örtülmeden önce zeytin ağaçlarının bolluğu, savaşa aldırmadan her yanda pıtır pıtır açan kırmızı gelinciklerin neşesi, akşamları yarımadayı kızıla boyayarak batan güneşin insanın içini acıtan güzelliği ve bir de Gelibolu bülbülleri.
Gelibolu’da hâlâ un ufak olmadan kalan küçük bir ruh parçam mevcutsa bunu bülbüller sağlamıştır. Eğer o sırada bir Türk öldürmüyor ya da Türkler tarafından öldürülmüyorsak, Gelibolu’nun muhteşem gurubunu seyrediyoruz. Ege Denizi’nin içine gömülen güneşin biraz önce Pasifik Okyanusu’ dan yükselerek Yeni Zelanda’ da ki ertesi günü aydınlattığını bilmek insanın canını acıtıyor. Fakat bu acı hissi çok kısa sürüyor, sonra yeniden katılaşıyorum. Artık saatlerce hiçbir şey hissetmiyor ve duymuyorum. Bu arada sadece bakıyor, saklanıyor, ateş ediyor, süngü takıyor, düşman öldürüyor, bit ayıklıyor, yemek diye verdikleri kuru bisküvi, kraker, kuru et parçalarını kemiriyor, zaman olursa yatıyor, çok ender olarak da uyuyorum.
Ben artık sadece bir Anzak askeriyim. Ne sevdiğim şarkılar, yemekler, kokular ne de sevdiğim insanlar... Ben artık bir sayıyım. Yaşayan bir sayı. Ölürsem o zaman da bir sayı olacağım. “Vatan uğruna kahramanca” ölmüş bir sayı.
Kahramanca ve vatan uğruna! Kahramanlık mı? Hadi yaa. Kahramanlık zorla olmaz. Vatana gelince... Burası Türklerin vatanı ve bu savaş bizim savaşımız değil. Bizler İngilizlerin de söyledikleri gibi sadece “hevesli oğlan çocukları”yız. Asıl kahraman olan Türkler. “Johnny Türk” dediğimiz Türkler vatanlarını savunmak için bize karşı çok ağır şartlar altında direniyorlar ve kahramanca ölen asıl onlar. Geçen hafta ölüleri gömmek için karşılıklı ateş kes ilan edildiğinde ilk defa Türkleri yakından ve canlıyken gördük. Türkler bize anlatılan canavarlara benzemiyordu.Onlar da gözlerinde endişe ve keder olan genç insanlardı.Onlarında arkalarında bekleyen üzüntülü aileleri, yaşlı anne-babaları, karıları belki de sevgileri vardı. Onlar da yaralanınca acı çekiyor, onlar da gencecik hayallerini bırakıp ölüyorlar. Türkler de insandı.
Bana sigara ikram eden iki Türk’e ben de konserve et verdim, ama kabul etmediler. Bu sığır etidir dediysem de inanmadılar. Aslında anlamadılar. O zaman ellerimle kafama boynuz yapıp öküz gibi böğürdüm. Güldüler. Ben de güldüm. Orada savaş meydanında etrafımız askerlerin cesetleriyle doluydu, biz düşmandık ve birbirimize gülüyorduk. Bana sigara ikram eden Türklerden bir “sen no İngiliz” diye şaşırarak sordu. “Ben İngiliz değilim” dedim. Sonra elini uzattı “ben TÜRK” dedi. Bana uzatılan eli tuttum. Orada, Gelibolu’nun en kanlı savaşlarının yapıldığı o tepede, el sıkıştık. Ben artık bu adamla nasıl düşman olabilirdim? Ben bu adamla neden düşman olmuştum ki? Düşmanım o anda artık arkadaş Türk olmuştu. Ben bu savaşta ölmeyi reddediyorum. Bu benim savaşım değil. Fakat yaşamak için de hiç isteğim kalmadı. Tanrım günahlarımı affet. Hepinizi çok seviyorum. Ebediyen sizin oğlunuz. "
Alistair John TAYLOR GELİBOLU 1915

-----------
Uzun Beyaz Bulut Gelibolu - Buket Uzuner okumanızı tavsiye ederim(Alistair John TAYLOR nasıl Alican Taylar oldu?)
Akcan Mir


24 Mayıs 2018 Perşembe

Görüntünün olası içeriği: yazı

Çingene Sözcüğünün Terminolojisi

Çingeneler kelimesi, Avrupa'nın çeşitli yerlerinde İran, Belucistan vb. gibi Asya memleketleri ile Mısır, Kuzey Afrika ve Amerika'da yaşayan fizikî ve ruhî yapıları, yaşam tarzları ve lisânları ile birlikte diğer milletlerden ayrı bulunan, ekseriyetle gezici kavme verilen adlardan Türkiye'de kullanılanıdır. Bu kavmin muhtelif isimleri menşelerinden dolayı iki şekilde izah edilmektedir. Bazıları bunu "Çingene", bazıları da Mısır ile bağlantılarından dolayı "Kıptî" kelimesi ile adlandırmaktadırlar. Bunlardan başka Hind dilinde "tayeng" (musikişinas, dansöz) kelimesi ile birlikte İndus sahillerinde yaşayan "çangar" veya "zingar" adı verilen halkın adını taşıdıklarından kendilerinin bu kavimden geldiği kabul edilmektedir. Bunlardan başka Türkiye'de halk arasında "boşa", "pırpırı", "karaoğlan", Mısır'dan geldiklerinden dolayı da "Kıptî" gibi çeşitli isimlerle anılırlar.Çingenelerin Anayurtları Hindistan olarak gösterilmektedir. Taberi'de geçen bir kayda göre; Çingenelerin Hz. Nuh'un oğlu Yafes'in neslinden türediği ve bunların da anayurdunun Sind ve Hind havzası olduğu belirtilmektedir.
Yrd.Doç.Dr.İsmail ALTINÖZ

“Adana, çekil aradan!”

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, ayakta


Yoğun bir mesaiyle geçen yıllar. Aboneleri de mutlu etmek kolay değildi. Telefon görüşmeleri sırasında yaşanan sıkıntılar, doğrudan santral memurlarına fatura ediliyordu. Karçe, “Adana, çekil aradan!” cümlesinin hikâyesinin de yine böyle bir zamanda ortaya çıktığını anlatıyor.


“Şimdi ben, Adana’dan Ceyhan veya Osmaniye’yi istemişim. Adana bana Osmaniye’yi veriyor. Ben konuşurken başka Adana memuru giriyor, Osmaniye’den numara alacak. 'Adana girme araya, ben İstanbul, görüşüyorum, girme. Yıldırım konuşmam var, acelem var, çık aradan Adana!' diyorum, o bana bağırıyor, '10 dakika oldu, 25 dakika oldu' diye. Bu arada kavga çıkıyor, kanalı kesiyor. Şeflerimizi devreye girerdi. Karışık, ama çok zevkliydi. Eski günleri çok özlüyorum, keşke o haberleşmeler olsaydı.”


Karçe, dünle bugünü rahatlıkla karşılaştırabiliyor. Dün için karmaşık ve zordu diyor. Bugün için de akıllı telefonların hayatımızı esir aldığını ifade ediyor. Ona göre, teknoloji gelişti ama insan ilişkileri koptu.(İclâl Karçe anısıdan)

http://www.telekomculardernegi.org.tr _alıntı

Titanik’e geç kaldığı için binemeyip felaketten kurtulan Türk doktor Ömer Besim Akalın

Titanik, tarihin en büyük trajedilerinden biri olan ve dünyanın en büyük transatlantik gemisinin okyanusta buzdağına çarparak batmasıyla sonlanan bir olaydır.
Besim Ömer Akalın
İlk yolculuğuna çıkacağı açıklandığında geminin Southampton-New York arasındaki ilk seferine katılan şanslı insanlar arasında olabilmek için dünyanın sayılı zenginleri, kontesler, lordlar biletleri adeta kapıştı.Geminin en alt bölümündeki 3’üncü sınıf kamaraların bileti bile bugünün parasıyla 1000 dolardı. Titanik’in batacağına kimse ihtimal vermiyordu ancak facia gerçekleştiğinde “Tanrı bile bu gemiyi batıramaz” denilen Titanik okyanusun dibini boyladı. Bu trajik faciada 1514 kişi hayatını kaybetti.Titanik gemisinde 2223 yolcu vardı,Ama aslında gemide 2224 yolcu olması gerekiyordu. Bilet sahiplerinden biri geç kaldığı için gemiye binememişti.

Besim Ömer Akalın kötü hava koşulları nedeniyle Titanik’in New York’a gitmek için gemiye bineceği liman olan Fransa’daki Cherbourg limanına yetişemedi ve Titanik gemisini kaçırdı.

Oraya vardığında Titanic limandan ayrılalı tam 4 saat olmuştu. Dünyanın en trajik facialarından biri olan Titanik’ten kılpayı kurtulduğunu ise daha sonradan öğrendi.

Besim Ömer Akalın 1912 yılında New York’taki bir sağlık kongresine katılmak için bir ay öncesinden Titanik’te yer ayırtmıştı.Yolculuğu Titanik’in sonradan uğrayıp yolcu alacağı Fransa’daki Cherbourg limanında başlayacaktı.

Besim Ömer Akalın limana gidecek olan trene bindi ancak tren kötü hava koşulları, şiddetli yağmur ve bunun yol açtığı toprak kaymaları yüzünden 16 saat gecikti.

Besim Ömer Akalın Cherbourg limanına vardığında, Titanic gideli tam 4 saat olmuştu.

Ömer Besim Akalın New York’a gidecek olan başka bir gemiden bilet aldı ve beklerken bir gazeteden Titanik’in battığı haberini okudu. Üstelik ölen yolcular listesinde kendi adı da vardı. Gemiyi kaçırmasına rağmen adı yolcu listesinden çıkarılmamıştı.

Ömer Besim Akalın kadın ve çocuk hastalıkları konusunda ülkemizin önde gelen doktorlarındandı. Askeri Tıbbiye mezunu olduğu için Ömer Besim Paşa olarak anılıyordu. Daha sonra “Akalın” soyadını aldı.Yaşamı boyunca 50 kadar eser bıraktı. Bunlardan en ünlüsü Türkiye’de yayınlanan ilk sağlık yıllığı olan “Nevsal-i Afiyet” idi

Ömer Besim Akalın; Titanik faciası ile sonuçlanan yolculuk için bileti olup da yolculuğa geç kaldığı için katılamayarak felaketten kurtulmuş tek yolcuydu. Bavulları ve eşyaları önceden gemiye yüklenmiş ancak o olmadan Titanik’te yolculuğa çıkmıştı.

Yıllar sonra bir röportajında; “Titanik’ten kurtulan tek Türk benim, onun için artık hiçbir kazadan korkmuyorum” demiştir.
indigodergisi.comdan alıntıdır

Titan Kazası Romanı ve Titanik Faciası

titanic ve roman ile ilgili görsel sonucu




Günümüzde adeta bir efsaneye dönen ve o meşhur ‘Tanrı bile batıramaz denilen gemi… Titanik… Titanik gemisi, toplumumuzda çok geniş bir kesim tarafından bilinen bir konudur.Titan kazası çok da ünlü olmayan bir yazar tarafından gerçek Titanik kazasından tam 14 yıl önce kaleme alınmıştır. Roman 1898 yılında küçük bir kitap şekilde yayımlanırken, gemi ise 1912 yılında Atlantikin soğuk sularına gömülmüştür. Kitabın en ilginç tarafı ve kehanet olarak görülmesinin nedeni ise, kitapta gerçekleşen olayın gerçekte yaşanan olayla oldukça fazla bir oranda benzerlikler göstermesidir.

Yazarın adı Robertsondur.Robertson eski bir denizcidir ve okuduğu bir öyküden esinlenerek yazar olmuştur. İlk öyküsünü sadece 25 dolara satabilirken, daha sonra yazdığı 4 kısa öyküden 1000 dolar gibi bir para kazanmıştır. Ardından uzun soluklu bir kitap yazmaya karar verir ve adını Titan Kazası verdiği o meşhur kitabı yazar. Kitap, yazıldığı dönemde çok satılmaz ve yazar için bu kitap tam bir fiyaskodur. Edebiyat dünyasını başarısız bir yazar olarak ise 1915 yılında kalp krizi geçirerek noktalamıştır.

Titan Kazası Romanında Anlatılanlar
Kitapta dev bir yolcu gemisi yani titan vardır. Bu geminin özelliği ise, asla batmamasıdır. Kitabın ana temasını ise aşk oluşturmaktadır. Öykünün kahramanları, bu batmaz denen dev gemiye binerler ve öykü böylece başlamış olur. Gemi İngiltereden kalkıp Amerikaya doğru yol almaktadır. Dünyanın en dayanıklı ve lüks gemisinde yaşanan bir aşkı anlatan olayda, hiç beklenmedik bir olay yaşanır ve de gemi buz dağına çarparak batar. Böylece batmaz denen gemi batar ve okyanusun derinliklerine doğru yol alır. Robertsonun satışı çok az gerçekleşen bu kitabında anlatılanlar bu ana tema çerçevesinde gerçekleşmektedir. Sadece bu ana temadan bile bu hayali olayın gerçek olayla olan yakınlığı çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Fakat öykünün daha derinliklerine ve ayrıntılarına girildiğinde, durum çok daha karmaşık bir hal almakta ve ortaya çıkan sonuçlar insanları hayretlere düşürmektedir.

Romandaki dev titan, New Foundland yakınlarında yer alan KuzeyAtlantikteki bir buz dağına çarparak batmıştır. Gerçek olayda da, Titanik aynı koordinatlarda yer alan buz dağına çarparak batmıştır. Aynı zamanda gemilerin nasıl battığı da oldukça benzerdir.

*Romandaki dev titanda 24 adet filika bulunmaktaydı. Titanikde ise 22 adet filika ye alıyordu. Her iki olayda da can kaybının çok fazla olması filikaların eksik olmasına bağlanmıştır.

*Romandaki titan 3000 kişilikken, Titanik de 3000 kişiliktir. Yani her iki geminin yolcu kapasiteleri aynıdır. Romandaki kazada 1500 kişi hayatını kaybetmişken, gerçek Titanik kazasında ise 1513 yolcu hayatını kaybetmiştir.
*Her iki olaydaki gemiye de asla batmaz denilmiştir.

*Romandaki dev geminin boyu 248 metre, gerçek Titanikin boyu ise 252 metredir.

*Romandaki geminin ağırlığı 70.000 ton ağırlığında bulunuyordu. Titaniğin ağırlığı ise 66.000 tondur.

*Romandaki gemi İngilterenin Southampton limanında yola çıkıp New Yorka giderken, Titanik’de aynı limandan yola çıkmış ve New Yorka gitmek için hareketlenmiştir.

*Romandaki gemi ve Titanik’de de 3 adet pervane bulunuyordu ve bu pervaneler aynı sayıda yani 3000 yolcu taşıma kapasitesine sahipti.

*Romandaki Titana dönemin çok ünlü ve zengin kişileri binmişken, Titanik gemisine de çok zengin kişiler binmiştir.

*Romandaki gemide kaza yaşanırken orkestra ilahi çalmaktadır ve Titanik de gemi batarken ilahi çalınmaktadır.

Bütün bu bilgileri içeren ve çok az sayıda satan Robertsonun Titan Kazası romanı, gerçek Titanik kazasından tam 14 yıl önce yaşanmıştır ve kazadan yıllar sonra bu kitapta yazılanların farkına varılabilmiştir. Başarısız sayılan bir yazarcıdan çıkmış bu romanda, dünyanın en meşhur kazalarından birisi olan Titanik kazasının adeta resmi çizilmiştir. Ki geminin buz dağına nasıl çarptığı ve nereden darbe aldığı da romanda anlatılmış ve gerçek Titanik de bu anlatılan sahneye çok yakın bir şekilde batmıştır.

Robertson, hayalinde asla batmayan bir yolcu gemisi tasarlamış, onu yola çıkarmış ve de buz dağına çarptırarak batırmıştır. Geride ise, gerçek olayla olan akıl almaz benzerlikler kalmıştır.

Yazar:Erdoğan Gül















23 Mayıs 2018 Çarşamba

KOCA YUSUF

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, şapkaGörüntünün olası içeriği: 1 kişi, ayakta ve açık hava
Fransız bandıralı La Bourgogne Transatlantiği'nin güvertesinden enginleri seyreden Koca Yusuf, geminin kuş gibi uçarak, bir an önce kendisini vatanına kavuşturmasını istiyordu. Aylardır, Avrupa'yı ve Amerika'yı dolaşmış, dünyanın namlı pehlivanlarıyla güreş tutmuş, hepsinin de sırtını yere getirmişti. Artık bütün dünya kendisinden, "dünya şampiyonu" diye bahsetmekteydi. Yusuf, vatanından ayrılırken, "keferelerin sırtını yere vuracağım" demiş ve dediğini yapmıştı. Gurbet elde daha fazla kalmaya tahammül edemiyordu. Vatanı, ailesi gözünde tütmeye başlayınca, her şeyi bir tarafa bırakarak yola çıkmağa karar vermişti.
5 Haziran 1898 gününe kadar yolculuk gayet sakin geçti. Koca Yusuf o gün yüreğinin sıkıldığını hissediyordu. Ferahlamak için abdest aldı. Nafile namazı kıldı. Daha sonra güverteye çıktı. İşte tam o sırada müthiş bir gümbürtü duydu. Bindiği gemi, İrlanda bandıralı Crmartyshire gemisiyle çarpışmıştı.
Okyanus'un ortasında bir fındık kabuğunu andıran gemi gittikçe sulara gömülmektedir. Yolcular büyük bir telaşla sağa sola koşuşmakta, filikalara binmek için birbirlerini ezmektedirler.Koca Yusuf, gemiden ayrılmadan önce, ne olur ne olmaz diye iki rekat namaz kıldı. Daha sonra filikaya binmek üzere denize atladı. En yakın bir filikaya doğru gitti ve kenarından tutundu. Tayfalarla yolcular, KocaYusuf un binmesiyle kayığın batacağından çekinerek bu koca pehlivanın binmesine engel olmaya çalıştılar. İlk önce kürekle ellerine vurdular. Koca Yusuf un parmaklarını kayığın kenarından sökememişlerdi. Cihan pehlivanının parmakları mengene gibi kayığın kenarlarını sımsıkı kavramıştı.
Tayfalar, ellerindeki baltayı insafsızcasına Koca Yusuf'un bileklerine vurmağa başladılar ve bu şanlı pehlivanın bileklerini kopardılar. Koca Yusuf, son ânının geldiğini anlayınca kelime-i şehâdet getirdi. Kayıktakiler dünya şampiyonunun bu son sözlerini duymuşlardı. Uzaklaşan filikalar, deniz üzerinde sadece bir vücudun sırt üstü değil de yüzü koyun durduğunu gördüler. Bu, KocaYusuf un vücuduydu. Son ânında bile, "göbeği yıldız görmemişti"...
Koca Yusuf güreşi "cihad" olarak kabul etmekteydi. Avrupa ve Amerika'ya gitmesinin yegâne gayesi, gayr-ı müslimlerle güreş tutup, onlara galebe gelmekti. Böylece müslüman pehlivanların üstünlüğünü isbatlamış olacaktı. Bu şuurla güreşlere çıkmış, bütün rakiplerinin sırtını mindere yapıştırmıştı. Gözünde para pul yoktu. Bu bakımdan kendisine yapılan, inancına aykırı bütün teklifleri reddetmişti.
Koca Yusuf, son derece dindardı. İbâdetlerini aksatmazdı. Güreş karşılaşmalarını namaz vakitlerine denk getirmez. Namazını kılmadan mindere çıkmazdı.
Cenab-ı Hak, bu inançtaki, bu şuurdaki kulunu huzuruna alırken de bir İkram-ı İlâhî olarak onun nâmını muhafaza etmişti. Ömrü boyunca sırtı yere gelmemiş olan Koca Yusuf un son ânında da "göbeği yıldız" görmemiş ve deniz üzerinde yüzü koyun vaziyette kalakalmış, bir müddet sonra da yine o vaziyette, olduğu gibi okyanus'un derinliklerine, bu geniş makberine gömülmüştü.

Latin Harfleriyle Osmanlı Türkçesi

Otomatik alternatif metin yok.



Latin Harfleriyle Osmanlı Türkçesi

III.Selim'in kız kardeşi Hatice Sultan (III.Mustafa'nın kızı) Latin Harfleriyle Türkçe yazan ilk insandır.

1804 yılında Hatice Sultan'a ait Ortaköy-Kuruçeşme arasındaki Neşetâbâd Sarayı'nın kısmi onarım ve iç dekorasyonunu yapan Mimar Antine Ignace Melling biraz Türkçe biliyordu,ama Arap alfabesi okuyup yazamıyordu. Sanatçının haberleşme konusundaki sıkıntısını ortadan kaldırmak isteyen Hatice Sultan Latin alfabesini öğrendi ve ona notlarını bu biçimde göndermeye başladı.


FRANSIZ ressam ve mimar Antoine Ignace Melling, 1763 ile 1831 arasında yaşadı. Fransa’da mimarlık okuduktan sonra Osmanlı Devleti’nin Petersburg’daki elçisi tarafından İstanbul’a getirildi, bazı saraylar inşa etti ve eski saraylardan bazılarının da restorasyonunu yaptı. 1802’de Paris’e döndü ve İstanbul’da hazırlamış olduğu çizimleri gravürler şeklinde ardarda yayınlamaya başladı. Melling’in daha sonra kitap haline getirilen gravürleri, eski İstanbul’u konu alan eserler arasında bugün en kıymetlilerindendir.

Uzun müddet Üçüncü Selim’in kızkardeşlerinden Hatice Sultan için de çalışan Melling, Hatice Sultan’ın Ortaköy ile Arnavutköy arasındaki sarayını inşa etmesinin yanısıra mücevherlerinin ve saray eşyalarının yapımı ile uğraştı, Latin alfabesini öğrettiği Sultan ile Türkçe ama Latin harfleri ile yazıştı. Türkçesi kırıktı fakat ne demek istediğini anlatabiliyordu.



Melling ile Hatice Sultan arasındaki bu yazışmalar şimdi Fransa’da özel bir kolleksiyonda bulunuyor. Jacques Perot ve Frederic Hitzel tarafından toplanan mektuplar İstanbul’da 2001’de Tarih Vakfı tarafından kitap halinde de yayınlandı.






Böylece Harf devriminden 125 yıl önce Türkçeyı Latin alfabesiyle yazmış oluyorlardı.Bu mektuplar şu anda Fransa'daki özel bir koleksiyonda korunmaktadır

Derleme: Mir Akcan

Geleneksel Harran Paganizmi

Görüntünün olası içeriği: gökyüzü, açık hava ve doğa





7. yüzyıldan itibaren Anadolu hızla İslam kültürünün etkine girmiş ve yöre halkı büyük oranda İslâmlaşmış olsa da Anadolu’da yaşayan halk inançlarında, Anadolu’nun bu zengin ve karmaşık dinsel ve kültürel mirasının etkileri -bir şekilde bunlar adeta İslâmlaştırılmış olsalar da- devam etmiştir.
Nusaybin ve Harran'ın tarihleri ve elde ettikleri şöhret çok daha öncelere, MÖ üçüncü bin yıla kadar uzanmaktadır.
Harran tarihinde yer alan ilk dönem, MÖ üçüncü bin yıldan MÖ 4. yy’a kadar süren geleneksel Asur- Babil politeizminin ve buna bağlı paganizmin egemen olduğu zaman dilimidir. (s. 27)

MÖ 4. yy sonrası (…) MS 7. yy a kadar devam eden bu dönemde (…) Helenizm yanı sıra Hermetisizm ve Hıristiyanlıkla da yoğun bir etkileşim söz konusudur. MS 7. yy’dan Harran’ın yıkılış tarihi olan MS 13. yy’a kadar süren üçüncü dönem ise Harran kültürünün ve dininin güçlü İslami etkiye açık olduğu dönemi teşkil etmektedir.
Kitabı Mukaddes'e göre Harran, ailesiyle birlikte Ur’dan göç eden Hz. İbrahim'in bir müddet konakladığı ve ölen babası Terah’ı toprağa verdiği yerdir.2 Yine bu şehir, Hz. Yakub'un kardeşi Esav’m ölüm tehdidinden kurtulmak amacıy¬la bir müddet yanına sığındığı dayısı Laban’m yaşadığı şehirdir (Tekvin 11:27-32. / Tekvin 27:42-43).
Abbasiler döneminde zımmilik statüsünü devam ettirebilmek amacıyla “Sâbiî” ismini adapte etmiş olan Orta Çağ Harranilerinin Sâbiîlikle irtibatı kurulur… (s. 28)

…şehrin bir kervan konaklama merkezi olarak kurulmuş olması büyük ihtimaldir. Zira şehre verilen Asurca harranu (yol seyahat, kervan durağı) ismi de bunu destekler mahiyettedir. (s. 30)

Harran ismi ve Harran'daki ay tanrısı Sin anısına yapılmış olan mabetler, özellikle MÖ onuncu yüzyıldan itibaren Asur ve Babil kaynaklarında sıkça zikredilir.
MS 13. yüzyılda şehrin Moğollarca yıkılmasına ve halkın doğudaki civar illere sürülmesine kadar (…) Harranlılar, yörede paganist özellikleriyle ön plana çıkmışlardır.
Harran, Mezopotamya’nın ay kültünün kuzeydeki merkeziydi. Ay kültünün güneydeki merkezi ise Ur şehriydi. Bu çerçevede Ur şehrinde ay tanrısı Nannar kültü, Harran’da ise Sin kültü oldukça revaçtaydı. (s. 31)

Kültürel ve ticari açıdan verimlilik yanı sıra bu dönemde Harran doğal açıdan da oldukça verimli bir bölgede bulunmaktadır.
...günümüzden yaklaşık 3100 yıl önce, çeşitli Asur krallarının Harran ve civarında fil avı partileri düzenledikleri bilinmektedir. (s. 32)

Harran’ın Yunan egemenliğine girmesiyle Harranlılar, (…) Helenizm etkisinde bilinçli ya da bilinçsiz şekilde yeniden yorumlama yoluna gittiler. (s. 33)

Hıristiyanlığın yöreye yönelik misyon faaliyetleriyle birlikte Harran, güçlü Hıristiyan misyonuna maruz kaldı. (s. 34)

Ancak Hıristiyan yazarların ifadesiyle bu “putperest şehir” (Hellenepolis), yörede hızla yayılma sürecine giren Hıristiyanlığa karşı var gücüyle direndi… (s. 35)

Urfa kralı VIII. Abgar’ın (177-212) Hıristiyanlığı kabul etmesiyle (…) yörede politeizme ve paganizme savaş açtı.
İslam öncesi dönemde Romalılara karşı genellikle İran’la ortak hareket eden Urfa’ya karşılık Harran, Roma’nın sadık bir müttefiki olarak kalmış (…) İslami dönemin başlarında da Urfa, Müslümanlara karşı Haçlılar safında yer alırken; Harran Müslümanları desteklemiştir. (s. 37)

639’da Harranlılar, İyad ibn Ğanem komutasındaki İslam ordusuyla savaşmaksızın, "zımmilik” statüsü çerçevesinde İslam devletinin egemenliğine girdiler. (s. 38)

Harranlı İshak ibn Hilal’in girişimiyle, Harranlı putperestlerin dinsel özgürlüğünü garanti altına alan resmi bir karar çıkarılmıştır. (s. 39)

…Harranlı İshak ibn Hilal’in girişimiyle, Harranlı putperestlerin dinsel özgürlüğünü garanti altına alan resmi bir karar çıkarılmıştır.
Bu dönemde (…) bu tanrısal varlıklar yanında bir üstün güç fikrine yer verildiği de görülmektedir.
…insanlardan uzak olan yüce tanrısal varlığa” benzeyen bu üstün varlık, Orta Çağ Harranlılarınca her şeyin “ilk nedeni” olarak görülürdü. Harranlılar bu yüce varlığın tam olarak bilinemeyeceğini ve kavranamayacağını savunurlar; onun her şeyi yaratıp düzenledikten sonra kendi köşesine çekildiğine, diğer işleri (insanlara yönelik olanlar da dâhil) ikinci dereceden tanrısal varlıklara bıraktığına inanırlardı.
Bu yaklaşımın (…) Yeni Eflatunculuğun uzantısı olduğu açıktır. (s. 40)
Harranlı paganların tanrı inancı her zaman politeist bir karakter taşımıştır.
Asur-Babil döneminde Harran tanrılar panteonun zirvesinde yer alan tanrısal güç Sin’di.
Sümerlilerce Zu-en ya da En-zu diye adlandırılan ay tanrısı Sin, Sami kavimlerce Nannar, Ugaritlerde ise Yerah adıyla taranmaktadır.
hilal ile sembolize edilmiştir.
Sin’le birlikte, Sin’in oğlu güneş tanrısı Şamaş ve kızı Venüs gezegeni tanrıçası İştar ilahi bir üçlü (teslis) oluşturmaktaydılar. (s. 48)

İslami dönemde (…) kaynaklar, Harranlıların, her şeyin yaratıcısı ve idarecisi olan ezeli ve ebedi bir varlığa inandıklarını anlatırlar.
Harraniler, bu üstün varlığın ancak olumsuz niteliklerden tenzih edilmekle nitelenebileceğini, aksi takdirde onunla ilgili hiçbir tanımlamanın yapılacağına inanırlardı. (s. 51)

Orta Çağ Harranilerinin inanç sisteminin (…) en dikkat çekici olanı, şeytanlar ve cinler tanrısı Şamal’dır.
Şamal ile Saluğa muhtemelen aynı tanrısal varlığı kastetmektedir; zira her ikisi de “şeytanların prensi” unvanıyla anılırlar ve her ikisi için de Mayıs ayında düzenlenen bir festivalden bahsedilir. (s. 53)
Şinasi Gündüz - Anadolu'da Paganizm

KARAKEÇİLİ YÖRÜK AŞİRETİNİN TARİHİ

Bir milletin kültürü,geçmişinden süzülüp gelen maddi ve manevi değerlerin bütününden meydana gelir. Büyük Türk milletinin tarihi dünya tari...