29 Mart 2019 Cuma

Rus Hilal-i Ahmer hemşirelerinden ve Moskova Tıb Fakültesi müdavimîninden Madam "Tatyana Karemeli"nin beyanat ve hatıratı.

BAYBURT'TA ERMENI MEZALIMI ile ilgili görsel sonucu
Ä°lgili resimMühim Bir Vesîka-i Mezalim Bayburd ve İspir kazalarında Türklere fecî zulmler, vahşiyane cinayetler, işidilmemiş işkenceler yapan "Arşak Paşa" çetesi hakkında; Rus Hilal-i Ahmer hemşirelerinden ve Moskova Tıb Fakültesi müdavimîninden Madam "Tatyana Karemeli"nin beyanat ve hatıratı... “Sözlerimde doğruluktan ayrılmayacağım. Bütün milletlere karşı hakîkati söyleyeceğim..." 8 Ağustos sene 1917'de Bayburt'a ulaştım. Bayburt’ta da bir Menzil Piyade Taburu, bir Terek Kazak Süvarî Alayı [Daha çok sert ve acımasız kimselerden oluşan atlı Rus askeri birliği], bir Rus topçu bataryası, bir Rus İstihkâm ve [amele ve fennî adamlardan mürekkep] bu taburun bir de ufak hastahanesi [reviri] ve bir de ahalînin tedavîsine mahsûs Ambulatorya denilen bir Belediye Hastahanesi ve bu Ambulatoryaya bağlı olarak yetîm çocuklar için bir Eytamhane var idi. Ben bu eytamhanenin müdîresi idim. O vakit burada yirmi kadar çocuk vardı. Burada elli iki yatak hazırlanmıştı. Ayrıca Ermenilere mahsûs olarak daha büyük bir Eytamhane Ermeniler tarafından hazırlanmış ve idare olunuyordu. Benim Eytamhanemde takrîben beş-altı Ermeni çocuğu da var idi. Bunlara ders gösterilmiyordu. Yalnız sıhhatlerine, banyolarına, yemeklerine, oyunlarına ve gezintilerine bakıyordum. Çocuklarım beni çok seviyorlardı ben de onları severdim. İstihkâm Derujin [Rus istihkam ve levazım taburu] Taburu bütün malzemeleri veriyordu. Rus İhtilali 27 Şubat 1917'de başlamıştı. Ben Bayburt’a geldiğim vakit orduda ve yollardaki inzibat, eskisi gibi mükemmel idi. Eylül ayı ortasında Bayburt’ta mevki‘ kumandanlığı eden bir Kazak Yasaullı, Eytamhane'nin erzakını, Derujin Taburu kumandanının talebine karşı vermedi. [Yasulli;Yüzbaşı demektir. Esasen adliye memuru olup ihtiyat zabitı yani Yedek subaydır]. Çocuklarım beş-altı gün pek az ekmek parçaları ile iktifaya mecbûr oldular. Bu herîf gayet fena bir adamdır. Ermeni dostudur. Ahalîden hiç birisi sevmez. Şayet Bayburt’tan geçerseniz muhtarlardan sorunuz onlar iyi bilirler. Bir de Belediye Re’îsi vardır, akıllı, zekî bir adamdır. Ayrıca Mîralay rütbesinde bir Rus menzil kumandanı vardı Bu ihtiyar Rus, gayet iyi bir insandır. Kazak olan mevki kumandanı, gayet iyi olan Derujin Taburu amirinin muhtelif taleplerine karşı "Türkler benim düşmanımdır. Ben Ermeni Eytamhanesine erzak vereceğim, çünkü keyfim böyle istiyor" diyordu. Bunun üzerine Derujin Taburu amiri Tiflis’teki Umumi Vali'ye yazı yazdı ve bu herifle birlikte çalışmak istemediğini bildirdi. İcra kılınan tahkikatta o Kazak yüzbaşısının dostu olan dört-beş subaydan başka bütün subaylar Derujin Taburu amirinin yazdıklarının tamamen doğru olduğunu tasdîk ve teyît ettiler. Mevki kumandanı, istediğini yapıyor ve kendi başına, bildiği gibi hareket ediyordu. Bu sebeple menzil kumandanı olan mîralay ona söz geçiremiyordu. Çünkü mevki kumandanı cepheden emir alıyordu. Menzil kumandanı rütbece büyük idi ise de diğeri onun emirlerine itaate mecbûr değildi. 15 Eylül 1917den itibaren çocuklarım için gereken gıda ve saireyi muntazam bir şekilde almağa muvaffak olarak 15 Teşrîn-i Evvelde [Eylülde] ben ticari maddeler ve sair ecza malzemelerini getirmek üzere amirim tarafından Tiflis'e gönderildim. Çocuklarımı gayet terbiyeli, kibar, yüksekokul talebesinden, Alman ırkından bir Rus neferine tevdî ettim. Tiflis’teki bu memûriyete sebep bu sırada Ardase'nin Kuzey batısında bulunan kabak tepelerdeki mevzilerde bulunan [Ruslar kartal yuvası diyorlarmış] Rebinski Alayı'na Türkler taarruz ettiklerinden, bu alaydan pek çok yaralı subay ve nefer gelmekte idi. Bu muharebede Türkler muvaffak olmuşlardı. Esasen bu Rebinski Alayı'nın kumandanı, yaralı subaylar ve askerleri için ilaç, sargı vesaire hazırlanmasını telgrafla Derujin Taburu amirine bildirmişti. Ben, Erzurum-Sarıkamış-Kars-Aleksandrapol yoluyla Tiflis'e gitmeğe karar verdim. Bana verilen büyük bir yol otomobiline binerek hasta bakıcı askerimle ayın on sekizinci akşamı Tiflis'e ulaştım. Tiflis'e doğru hareketimde Erzurum'a varmıştım. O gün Erzurum'da menzil kumandanı karargahında Rus askerlerine tütün göndermek için birisine kenakül [ziyafet,temaşa] vermişlerdi. Ben de burada bulundum. Ertesi gün Derujin İstihkam Taburu Kumandanı olan mühendisimin mektubunu Umûmî Vali'ye verdim. Vali benim istediğim her şeyi vermeleri için icap edenlere emir verdi. Ertesi günü askerlerim bütün ilaçları alarak Bayburt’a hareket etti. Hemşirem Tiflis'e geldiği cihetle Umûmî Vali bana ayın sonuna kadar izin verdi ve keyfiyeti telgrafla mühendisime bildirdi. Teşrîn-i Evvelin otuz birinci günü şimendiferle hareket ettim. Sarıkamış’tan otomobil aldım ve Teşrîn-i Sanî'nin [Ekim'in] ikinci günü akşam Bayburt’a vardım. Ertesi günü mühendise gittim. Tiflis’te neler yaptığımı bir raporla bildirdim. Bana teşekkür etti. Bu sıralarda Türklerle düşmanlığa ara verildiği cihetle Kelkit’teki menzil kumandanı birçok zabit ve askerleri terhîs etti ve kendisi de gitti. 3 Teşrîn-i Sanî'de[Ekim] Kazak Süvari Alayı ile batarya, Kafkasya'ya hareket ettiler. Menzil kıtalaları da Ebi Yesir [?] Alayı ile Erzurum veya Trabzon yoluyla memleketlerine gitmek üzere terhis olundular. Kazak Süvarî Alayı Erzurum ve Batarya Trabzon yoluyla hareket ettiler. Dönüşüm sırasında Sarıkamış’ta birçok alaylar, süvarî ve topçular, derujinler, seyyar hastaelerin gelip geçmekte olduklarını gördüm ve niçin geriye gittiklerini sordum. Onlar, harbin Türklerle sona erdirildiğini söylediler. İntizam mevcut idi. Adeta muharebeye gider gibi muntazam ve silahlarıyla birlikte gidiyorlardı. Ben Erzurum'dan Bayburt’a dönerken birçok askerlere ve Ilıca’daki [ilk çeviride "ilçe" diye okunmuş ]bir obüs bataryasına tesadüf ettim ve numarasını sordum. Birinci batarya olduğunu söylediler. Bu bataryada benim kardeşim Mülazım Viladimir Karameli yaver idi. Kendisi[ni] sordum; "Şu atın üstündeki" dediler. Hemen gittim; birbirimize sarıldık. Bu gün benim için pek mesut oldu. Kardeşimm, "Birlikte gidelim" dedi. Çünkü bütün askerlerin ve hemşîrelerin memleketlerine gitmekte olduklarını söyledi. Hâlbuki ben, vazifem olduğu için Bayburt’a gitmeğe mecbûr olduğumu anlattım ve ayrıldık. Dönüşümde Pırnakapan civarında çok kar vardı. Otomobil kara saplandı, çıkarılamadı. Geceyi pek soğukta otomobil içerisinde geçirmeğe mecbûr oldum. Kürküm ve kaputum da yoktu. Bizim askerler bana kaput verdiler. Ben bu gece pek korktum. Çünkü yalnızdım. Dört Rus askeri içinde idim. Tabii ki bir şey olmadı. Esasen uyuyamadım; gözümü kapayıp korku ile açıyordum. 4 Teşrîn-i Evvel'dı [4 Eylül sene 1917] sarılığa yakalandım. Beş günde iyi oldum. Otomobilde çok sarsılmış ve iyi gıda alamamış idim. Bayburt’taki fena adam olan Yasaulli Kazak yüzbaşısı, takriben yirmi kadar Rus askeriyle kalmıştı. Bu herif pek zengin idi. Kafkasya'da birçok çiftlikler, evler ve saire tedarik etmişti. Çünkü kendisi gayet mürtekip [rüşvetçi] ve hırsız bir adam idi. Bu serveti muharebede kazanmıştı. Bu yüzbaşının ismi Popof'dur. Popof, Grozni, Poti ve Sohum şehirlerinde çiftlikleri ve evleri satın almıştı. Evli idi. Rum olan karısı, Poti'de idi. Kendisi bir Donjuan [Çapkın, zampara, eğlenceye düşkün kimse] idi. Bayburt'ta bir sistra [hemşire] ile vakit geçiriyordu. Kendisinden daha büyük bir kimse olmadığı için her istediğini yapıyordu. Bir gün fakîr kadın ve çocuklar, hastalar, penceresi önüne geldiler ve un (dakik) istediler. Çünkü artık Bayburt'ta ekmek pişmiyordu. Fakat un var idi. Zavallı kadınlar rica ettiler. O, pekiyi dedi, fakat vermedi. Bugün yarın diye zavallı fukara ve hastaları dört gün bu şekilde süründürdü. Sevgilisi hemşire Anna'ya gittim. Bunun da Türk ismi benim Türk ismim gibi Gülizar idi. Türklere hürmeten Rus hemşireleri olan bizler birer Türk ismi takıyorduk. Kocana söyle de bu zavallılara un versin dedim. O zavallı iyi kalpli idi ise de dimağı fakir [Anlayışı kıt] idi. Ağladı ve "Ben vermek istiyorum ama ne yazık ki bu adam vermiyor." dedi. "Kendim bir şey yapamadım çünkü bir levazım reisi değilim." diyerek izhar-ı acz ve teessür etti. [Acziyetini ve üzüntüsünü belirtti] Bir gün bu Anna yanıma geldi ve ağladı. Dedi ki: "Ben bu adamı seviyorum ama yaptığı şeyleri sevmiyorum." Ben dedim ki: "Kendisine söyle, böyle yapmasın! Çünkü Türkler geldiği vakit bu kumandanın yaptıkları Ruslar için utanılacak bir durum olur." Ben Anna'ya dedim ki, Popof'a söyle "Eğer beni seviyorsan böyle yapmazsın; irtikap etmezsin. Şayet yaparsan ben hemen seni terk edip gideceğim." Gitmiş Popof'a böyle söylemiş o da "Bu benim işimdir rica ederim karışma!" demiş. Lakin kendisinden ayrılmaması için Popof ağlamış. Çünkü bu kızı çok seviyormuş. Filhakîka Popof'un karısı iyi bir Rum güzeli imiş ama terbiye-i ictimaiyyesi [görgüsü] noksan imiş. 15 Teşrîn-i Sanî'den [Ekim] itibaren Kafkasya ve Rusya ile posta ve telgraf işlemleri kesildi. Artık ne mektup ne gazete ne de telgraf alıyorduk. Çünkü bu askerler de işlerini bırakıp memleketlerine gitmişlerdi. Bu tarihten sonra kumandan Popof Bayburt ve civarındaki sivil Ermeni ahalîsinden 18-45 yaşında olanları çağırarak kendilerine Bayburt'taki depolardan silah ve cephane dağıttı. ve "Bu topraklar sizindir. Bunları müdafaa‘a ediniz; Türklere vermeyiniz" dedi. Türkler, Ermenilerin bu mükemmel şekilde silahlandırıldıklarını görür görmez korktular ve bizim Rus askerleri, mukaddes silahlarını Türklerin gizli müracaatları üzerine para karşılığında sattılar. Popof, Ermenilere mitralyöz ve havanlarını verdi. [ilk çeviride “hayvanlar” şeklinde yanlış okunmuştur. Doğrusu bir silah çeşidi olan “havan” dır] Bayburt'ta, bir miktar Rus ordusunda talîm ve terbiye görmüş Ermeni askerleri de vardı. Bunlar sivil ahaliyi talime başladılar. Silah atış talimleri yapıyorlardı. Takrîben dört Ermeni subayı da var idi. Kanûn-ı Sanî [Ocak] sene 1918 başında cepheden Ermeni subayları ve askerleri Bayburt’a geldiler. Fakat sivil Ermeniler askerlerden daha çok idi. Bu tarîhlerde sivil iken tensîk olunan[Düzenli asker haline getirilmiş] Ermeni askerleri yüz nefer idi. Çünkü Anna o kadar elbise dağıtmıştı. Bana her şeyi söylüyordu, o hatıra tutmuyordu, ben hatıra defteri yazıyordum. Bu sebeple bana yazdırıyordu. Tensîk [düzenli asker] olunmak istemeyen sivil ve müsellah [Silahlandırılmış] Ermeniler bu hesaba dahil değildir. Miktarları çoktur, fakat adetlerini öğrenemedim. Ermeni askerleri arasında bir miktar Rus neferleri de var idi. Bunlar talim ve terbiye yapıyorlardı. Bundan başka Ruslardan mîralay rütbesinde bir telgraf zabiti ile Gürcülerden bir piyade zabiti de var idi. Ermenilerin teslihi keyfiyetini [Silahlandırılma işini] bu Yasaullı Yüzbaşı Popof yaptı. Ermeniler kendisini çok seviyorlardı, hatta o gezmeğe gittiği vakit sekiz-on Ermeni atlısı ona refakat ve muhafaza ediyorlardı. Bu herif çok rakı içiyordu, her gün her saat sarhoş idi. Bir gün Anna ile birlikte gezinmeye gittik. Yolda nizam karakolu önünden geçtik. Burada ihtiyar bir Rus askeri bizi kapının önüne çağırdı. Söylemek [Konuşmak], nöbetçilere yasaktır. Bizi işaretle çağırdı. Bu zamanda Popof'un yanında ancak beş asker kalmıştı. Zîra Türklerle aramızda harp yoktur diyerek memleketlerine gittiler. "Size gizlice bir şey söyleyeceğim" dedi. Anna ile benden başka kadın da kalmamıştı. Nöbetçi şöyle söyledi: "Burada birçok sivil Türkler mahpustur. Popof her gece bir kaç Ermeni ile buraya gelir, Türklerden para ister, verenleri salıverir; vermeyenleri çizmesiyle, mahmuzuyla, kırbacıyla fena halde tepeler, veremeyen zavallı Türklerin vücutları şişmiş ve çürümüştür. Bunlara pansuman yapmak lazımdır." Pekiyi kalpli olan bu ihtiyar Rus neferinin bu ifadelerinden sonra ben ve Anna gittik sargı ve pamuk aldık. Pek yasak olduğu halde gidip bu bedbahtların yaralarını sardık. Ne yazık ki, bu iyi neferin ismini unuttum. Çünkü kendisini ilk defa görmüştüm. Nefer bu hali kimseye söylememekliğimizi rica etti. Bu melûn Popof zaten Türkleri soyuyordu. Halı, lira ve saireyi zorla dayak ile her türlü işkence ile her yerden ve herkesten topluyordu. Bu halleri Anna görünce pek müteessir oldu. Gece geldi; ağladı, "Artık bu aşkı burada kesmek ve bu heriften ayrılmak lazımdır." dedi. 24 Kanûn-ı Sanî'de [Ocak] İstihkam Derujin Taburunun üç bölüğü, kademesi ve vicdansız sevgilisini terk eden "Anna Gülizar" Bayburt'tan hareket ettiler. Benim muharebede bir zevc gibi sevdiğim ve halen kocam olan Georgi yahut Yura da bu Anna'ya refakat etti. Yalnız benim Eytamhanemle bir bölük derujin istihkam kaldı. Çünkü Yura'yı, istihkâm taburu kumandanı, kademenin sevkine memur etmişti. Bu sebeple biz ayrıldık. İstihkam taburu kumandanı yaverini bıraktı. Bu taburun bütün askerleri Alman, Leh, Yahûdi idi. Çünkü bunlar Türklere iltica ettikleri için cepheden çekilmişlerdi. Yura Adliye memûru olduğu için yüzbaşı yetkisine sahipti. 24 Kanûn-ı Sanî 1917[18] 'den sonra Eytamhanem resmi olarak ilga edildi. Bu tarihte herkes hareket etmiş idi. Bir bölük derujin ile bir kaç asker kalmıştı. [Burada zikredilen tarih 24 Ocak 1918 olması gerekir. Zira aşağıda anlatacağı en son 15-16 şubat olayları 1918 yılının şubat ayında cereyan etmiştir. Bu tarihte Eytamhanedeki vazifesine devam ettiği anlaşılıyor. Kendilerinin de 13 gün sonra gideceğini belirttiğine ve 19 Şubat 1918 tarihinde Bayburt’tan ayrıldığını belirttiğine göre buradaki tarih1917 değil 1918 olması gerekir. Çeviri metninde rakam hatası vardır.] Bizim için gerekli olan hayvanat ve arabalar on üç gün sonra Trabzon'dan avdet edecekti. Bu [eşolon=kademe] ile giden arabacılardan birisi daha sonra bana dedi ki: "Türk veya Kürd olması muhtemel 19 neferlik bir müfreze, bize Zigana dağlarında ateş ettiler. Bunun üzerine kademedeki efradımız da mukabele etmişler. Yollarına devam edemediklerinden Ardase'ye dönmüşler. Bir hayvan gebermiş. Daha sonra Rus subayı Zigana'da bulunan bir Türk subayına müracaat etmiş. Bu subay kademeyi ertesi günü Cevizlik'e kadar götürmüş ve bu sefer çete bir şey yapmamıştır. Bu kademe Daltaban'da [Gümüşhane’nin bir mahallesi] iken 18'inci ve 23'üncü Türkistan alayları da birlikte imişler ve bu alaylar efradı Zigana'da taarruz eden çeteye mukabele eylemişlerdir. Bu tarihte birçok Rumlar yaya olarak hicret etmekte imişler. Hatta bir kısmı Yura'nın arabasına binmek için müracaat etmişlerse de yer olmadığından dolayı almamıştır. Kanûn-ı Sanî'de,'[Ocak ayında] Arşak isminde bir Ermeni, apoletsiz subay elbisesini giymiş olarak üç-dört Ermeni dostu ile Bayburt'a geldi. [Arşak denen bu adam Bayburt’ta katliamı organize eden bir Ermeni çeteci başısıdır. 16 Haziran 1919 tarihinde Doğu Anadolu hudutları haricinde bir Kürt aşiret reisi olan Reşit zade Eyüp Paşaya yazdığı ve Osmanlıya karşı işbirliği teklifinde bulunduğu mektubunda kendisini “Müstakil Ermeni dördüncü fırkası Kumandanı” olarak tanıtmaktadır. Osmanlı Ordusu’nun On beşinci Kolordu Kumandanlığı tarafından ele geçirilen bu mektupta Osmanlı Devletini suçlayarak bu bölgede yaptıkları katliamları itiraf etmektedir. Ayrıca Müslüman olan bu Kürt aşiret reisi Eyüp Paşaya işbirliği teklif ederken bunu yapmazlarsa Allah katında mesul olacaklarını da beyan etmekten geri durmamaktadır.] Bu bayramın birinci günü yılbaşı, kumandan Popof'u ziyarete ve tebrike gittim. Büyük bir masada yemeğe oturduk. Orada Arşak'ı, Popof'un sağında ve arkadaşlarını sofrada gördüm. Arşak'ın arkadaşlarından birisi Harkof Darü'l-fünûnu [Üniversite] talebelerinden genç ve güzel bir Rus idi. Bunun kim olduğunu Anna'dan sordum. O da söyledi. Bu adamla konuşmayı faydalı buldum. Çünkü ben de talebe idim. Odada bahane ile biraz gezindikten sonra hemen bu gencin yanında oturdum ve "Talebe misiniz?" diye konuşmaya başladım. Bu adam bir sivil idi. Rus subayı değildi. Kendisinin Rus olduğu halde niçin buraya geldiğini sordum; kızardı ve bana "Niçin soruyorsunuz? Bu benim işim, çünkü Ermenilerle Ruslar dost bulunuyoruz" dedi ve bana izahat vermekten kaçındı. Gerçi bu adam böyle söylüyorsa da hiç bir Rus Ermenileri katiyen sevmez. Beraber bulunulduğu zaman bittabi böyle söylemek lazım. Sevgilim Yura'nın Trabzon'a hareketinden dört-beş gün sonra Yasaullı Popof, Ermenilerle bozuşarak Erzurum'a hareket etti. Bu dargınlığın sebebi Rus metrûkatından birçok şeyler almasından mütevellit idi. Hâlbuki Ermeniler vermiyordu. Bununla beraber kendisi giderken altı-yedi araba dolusu eşya ve erzak ile gitti. Erzurum civarında Ermeniler bunu mükemmel bir şekilde soyarlar. Hatta parasını ve askerî eşyasını bile alırlar. Erzurum'da Ermenilerin en büyüğüne [en yetkilisine] müracaat ederek parasını kurtarmıştır. Popof'un hareketinden sonra Bayburt'ta hiç bir Rus subayı kalmadı. Yalnız benimle bir kaç asker, kaldık. Sebebi de Derujin Taburu ambarlarında olan giyecek ve techîzatı Ermenilere vermek istemiyorlardı. Bu sebeple bana bunları emanet ederek gittiler. Esasen ben doktor olarak kalmıştım. Bundan başka Bayburt’ta büyük Zemestova yani Belediye Hastahanesi vardı. Tabiatıyla harp olduğu için bu hastahane askerlere bakıyordu. Harp olmadığı zaman Rusya'da bu teşkîlat ahalîye bakar. Bunun için Rusya'da büyük teşkîlat vardır. Memleket hastahanesi de diyebilirsiniz. Bu hastahane takrîben Kanûn-ı Sanî başında Bayburt’tan Trabzon'a hareket etti. Eski tarîhle Şubat'ın –hatırımdan çıkmamış ise– altıncı akşamı Türkler Bayburt'u işgal ettiler. 19 Şubat, yeni tarîh. Ben de bu gece Türklerin şehre girdiğinden sonra yedi araba ile beş-altı Rus askeri ve bir mühendis subayı ile Bayburt'u Türklerin malûmatı altında terk ettim. [19 Şubat 1918 de bu hatıratın yazarı Tatyana Karameli Bayburt’tan ayrıldığını söylüyor. 21 Şubat 1918 tarihi ise Bayburt’un düşman işgalinden tamamen kurtuluşu olduğu için Kurtuluş Bayramı olarak kutlanmaktadır, yani tarihler doğrudur.] Rus işgali sırasında Bayburt'ta Eytamhane Müdürlüğü yapmış olan Rus hemşire Tatyana Karameli hatıratının bu bölümünde Bayburt'ta Çoruh Nehri'nin iki tarafındaki köylere yaptıkları geziler sırasında Rus komutanların himayesindeki Ermeni askerlerin yaptıkları melanetleri anlatmaktadır. Ayrıca Bayburt'un işgalden kurtuluşuna kadar yaşadıklarını ve Ermeni çetelerinin çekilirken yaptıkları katliamları dile getirmektedir. "20 Kanûn-ı Sanî'de (Ocak 1918) Popof, benimle gezmeye gitmek istediğini söyledi. Bende memnuniyetle kabûl ettim. Popof, bu gezintinin bir kaç gün devam edeceğini söyledi. Ben de vazîfemi (geçenlerde Graduk hastahanesi civarında rast geldiğimiz) hemşîre Maryana'ya verdim. Kar münasebetiyle kızakla Konisi köyüne gittik. (Burası bu günkü adıyla Konorsu kasabasıdır. (a.g.y de) “Kotis” şeklinde yanlış okunmuştur. Zira tarif edilen yerde “Kotis” adıyla bir köy yoktur. Tarif edilen yerde ve bir Rus hemşirenin talaffuzuyla “Konisi” diye söylediği bu köy bu günkü Konorsu kasabasından başkası değildir.) Sekiz-on kadar Ermeni süvarîsi vardı. Konisi (Konursu) köyünde muhtar imamın evini bize hazırladı. Yemeğimizi de muhtar temîn etti. Güzel güzel yemekleri getirdiler. Daha sonra ben kendi odama çekildim. Popof'da kendi odasında idi. Gece yarısı sularında bir takım feryat, vah, efgan sesleri ile uyandım. Hemen odamın kapısını açtım. Orada bir Türk genci vardı. "Ne var!" diye sordum. O, benim Popof'un dostu olduğumu zannederek "bir şey yok" dedi. Popof'un odasında olup olmadığını sordum. Onun uyumakta olduğunu söyledi. Bîçare benden korktu. Orada bir Ermeni askeri gördüm. Sordum, "Niçin böyle yapıyorsunuz" dedim. O güldü ve benimle alay etti. Hâlbuki ben iyice biliyordum ki bunları Ermenilerle müşterek olarak Popof yaptırıyordu. Ermeni askerlerine ben Popof'a söyleyeceğim dedim. Onlar "Ah, istersen söyle!" dediler. Hemen Popof'un oda kapısını çaldım. Gecelik elbisesiyle idi. Af diledim ve meseleyi anlattım. O, güya haberi yokmuş gibi Ermeni askerlerine göz kırparak darıldı ve "Yapmayınız!" dedi. Hâlbuki ben odama çekildikten sonra Popof’un Ermenilere ne kadar lira aldıklarını sorduğunu işittim. Ermeniler, Türk evlerini abluka ederek para, eşya, erzak, meyve her ne var ise alıyorlardı. Zavallı kadınları, ihtiyar ve gençleri fena halde dövüyorlardı. Fakat benim yanımda kimseyi öldürmediler. Güzel kız ve kadınların namûslarına da taarruz ettiler. Ertesi sabah diğer bir köye hareket ettik. Ermeniler eşya ve erzak götüremediler. Yalnız lira ve paraları aldılar. Fakat Popof, Ermeni askerleri için köylerden inek, öküz, koyun, keçi, kuzu, bargîr, katır, eşek alıyordu. Görünüşte para ile satın alınmış gibi oluyordu. Halbuki asla parası verilmiyordu. Her köyde Popof, imam ve muhtarı çağırarak böyle tenbîhat veriyordu. Üç köyden böylece geçtikten sonra dördüncü köyde geceyi geçirdik. Popof tekalîf-i harbiyye tarh ediyordu. (Harp vergisi topluyordu.) Bu köylerin cümlesi Çoruh vadisinin tarafeynindedirler. (a.g.y de burası “Çoruh ve Ersinek taraflarındadır” şeklinde yanlış olarak okunmuştur. Doğrusu “Çoruh vadisinin tarafeyninde” olacaktır. Yani bu geziye çıktıkları dört köy Çoruh vadisinin iki tarafındadır. Bu tarife göre de yukarda zikredilen “Konisi” köyü bu günkü Konorsu kasabasıdır.) Konisi köyü, Ulu caddesi (Büyük yol, ana yolu) üzerinde, Bayburt'tan sekiz versta uzaktadır. (Versta bir Rus uzaklık ölçüsü birimidir. Yaklaşık 1060 metre /1,06 km'ye tekabül etmektedir.) İçinde büyücek bir Ermeni kilisesi vardır ki bu şimdi haraptır. (Burada hatıratın yazarı Tatyana Karemeli’nin bahsettiği bu dört köyün isimleriyle özellik ve mesafelerini karıştırdığını düşünüyorum. Zira adını zikrettiği Konisi/Konorsu köyünün Bayburt’a uzaklığı yaklaşık 15 km'dir. İçerisinde kilise de bulunmamaktadır. 8 Versta – yaklaşık 8,5 km uzaklıkta ve içerisinde kilise bulunan köy ise aynı yol üzerindeki Hayık-ı Süfla bu günkü adıyla Dikmetaş köyüdür. Arşiv kayıtlarından da anlaşılacağı gibi bu Hayık-ı Süfla köyünde kilise mevcut idi. Dördüncü köy olarak zikrettiği köy ise Coruh vadisinin iki tarafında bu sıraya göre Konorsu köyünden sonra ya Çoruh Nehri'nin diğer kenarındaki İşbonos, bu günkü adıyla Adabaşı köyü ya da Konorsu ile hudut olan ve yine Çoruh kenarındaki Ağunsos, bu günkü adıyla Çayırözü köyüdür. Konursu'ya yakınlığı dikkate alındığında İşbonos/Adabaşı Köyü olması ihtimali daha kuvvetlidir.) Muharebede topçu ateşi ile harap olmuştur. Bu dördüncü köyde de geceleyin yine aynı mezalim ve fecaati yaptılar. Sabahleyin kalktık. Oda bulunmadığı için o gece ben, bir de Serkis isminde bir Ermeni neferi bir odada yatmıştık. Çay içerken 19 yaşlarında gayet beyaz ve güzel fakat üstü başı yırtık, kirli bir kadın geldi. Zavallı ağlıyordu. Ben "Ne var!" dedim. Popof, "Bunun kocası asker iken esîr olmuş, Palu'da bulunuyordu. Oradan firar etmiş, burada imiş. Kocasını teslîm ederse gitsin. Aksi takdîrde kendisini kollarını bağlayarak Bayburt'a götüreceğim ve kendisini askerlerime orospu olarak vereceğim." demiş. Kadın kocasından haberi olmadığını söyledi. Kendi namûsundan pek korkuyordu. Bana yalvardı. Nihayet hareket ettik. Popof, kadını kızağa aldı. Yolda Ermeniler, "Bu kadın benim!" öteki "Yok benim!" diyorlardı. Yüzü kapalı, yalnız gözleri açıktı. Bir Ermeni, güzel olup olmadığını bana sordu. Kadının yüzüne gizlice baktım. Cidden pek güzel idi. Askere dedim ki "Gözleri güzel, ama yüzü pek çirkin, çiçek bozuğu, murdar ve hastalıklı bir kadın" dedim. Ötekiler tükürdüler. (İğrendiler.) Ayın 23'ünde, (23 Ocak 1918) Bayburt'a gittiğimiz vakit bu kadına dikkat etmesi için Anna'ya tenbih ettim. Sonra Bayburt mahallelerinden birisinin muhtarı akrabası çıktı. Kocasını tuttular ve bu ihtiyar bu kadını evine aldı. Emînim ki bu kadının namûsuna dokunamadılar. Çünkü ben ve Anna muhafaza ettik. Kocası olan o Türk esîrini tekrar Erzurum yoluyla Tiflis'e sevk ettiler. Bu zavallı askeri Maden Hanları'nda yolda öldürmüşlerdir. Çünkü en adî bir bahane bularak Ermeniler Türkleri yollarda öldürüyorlardı. Bedbaht kadın, Ermeniler zorla ırzına geçse kocasının kendisini keseceğini söyleyip ağlıyordu. Henüz Ruslar Bayburt'ta iken Popof'un sevgilisi Anna'nın isim günü idi. Popof büyük bir balo verdi. Bu baloya ben de davetli idim. Gittim. Fevkalade mükemmel yemekler, meyveler ve her şeyler vardı. Ben onlara kendimi Moskova'da zannettiğimi söyledim. Çünkü muharebe yerlerinde bunları bulmak kabil değildir. Gece yarısına kadar yedik, içtik, eğlendik, avdet ettik. Baloya Nikitin isminde bir menzil doktoru davet edilmişti, gelmedi. Bu, şahsen çirkin fakat kalben pek güzel, değerli bir genç idi. Gayet güzel şarkı söylüyordu. Nikitin, Anna'yı fevkalade seviyordu. İhtimal, Popof olmasaydı bu doktor Anna ile evlenecekti. Fakat Anna, Popof'u seviyordu. Ertesi günü Anna bana geldi. Pek kederli idi. Sebebini sordum. Dedi ki: "Doktor acaba niçin gelmedi?" Ben, "Belki hastadır. İhtimal, işi var." dedim. O "Hayır!" diyerek göğsünden bir mektûp çıkardı. Doktor Nikitin yazmıştı ki, "Doğum yıl dönümünüzü tebrik ederim. Memnuniyetle gelmek istiyordum. Fakat, oradaki yemeklerin ve sairenin kırbaçla, dayakla, vahşiyane işkencelerle zavallı fakîr Türklerden cebren, zulmen alındığını bildiğim için gelmedim. Çünkü böyle şeyler beni boğar, boğazımdan geçmez. Bu sebeple beni affediniz." Ne yazık ki biz bu yemeklerden yemiştik. Pek müteessir olduk. Esasen ben biliyordum. İhtilalden sonra Popof'a, subay yerine Havrin isminde bir nefer yaver olmuştu. Bu melûn, Türklere pek çok fenalıklar yaptı ve o balo için zannederim bu neferin büyük gayreti geçmişti. Anna o mektûbu yaktı ve pek müteessir döndü. Filhakika balodan bir-iki gün evvel birçok adamlar getirmişlerdi ki yüzleri gözleri mosmor olmuş, şişirilmiş bî-çarelerdi. Bittabi paraları, neleri var ise alıyorlardı. Zavallı fakîrler, elbette gönül rızasıyla bunları veremezlerdi. Zîra çoluk çocuklarının yegane medar-ı maîşeti idi. Popof, Ermenilere silah dağıttıktan sonra mescit önündeki büyük meydanlıkta Arşak'ı soluna alarak at üzerinde askerler ile birlikte fotoğraf çıkardılar. Popof Anna'nın da fotoğrafta bulunmasını arzû etti. Fakat Annakabûl etmedi. Popof'un hareketinden sonra Arşak, İspir ve Bayburt kazaları meliki ve askerî reisi sıfatını takınarak mezalim icra etmeye başladı. Türklerin paşalara hürmet ve itaatini bildiği cihetle kendisine bir de paşa unvanını tevcîh etmişti. Gitgide kuvvet ve mezalimini artırıyordu. Bereket versin Trabzon yolu Türk yerlileri tarafından kesilmişti. Trabzon'da toplanan Rus kuvvetleri içindeki Kafkasyalı ve yerli gönüllü Ermeniler gelemediler. Evvelce geldilerse de çok az idi. Yollar, Ermeni çeteleri tarafından kesilmişti. Yollardan geçmek mecbûriyetinde kalan bedbaht Türkler kadınlara, çocuklara varıncaya kadar kesiliyordu. İhtilal münasebetiyle Rusya'dan firar eden binlerce Türk esirleri Tiflis'den itibaren yollarda Ermeniler tarafından itlaf ediliyordu. Köyler zaman zaman basılıyor, soyuluyor ve bilhassa gençler imha olunuyordu. Türklere karşı yaptıkları hıyanetten dolayı harbin ilk devirlerinde Rusya'ya hicret eden ve alî cenap Türkler tarafından tehcîr esnasında himaye edilip korunmuş olunan Ermeni erkek, kadın ve kızları hemen umûmuyla yerli yerlerine gelmiş idiler. Bu nankörler, diğer vahşîleri itidal ve sükûnete teşvîk edecekleri yerde bilakis ön ayak olarak diğerleriyle birlikte her türlü mezalime iştirak ediyorlardı. Arşak, Erzincan'daki Antranik'den emir alıyordu. Bu canavarın Erzincan'da yaptığı fecayi‘i Arşak da Bayburt’ta tekrara başladı. Erzak dağıtılacağı her tarafa i‘an olunarak, köylüler Bayburt’ta davet olundular. Ermenilere itimat ve emniyet olunamayacağını pek çok defalar acı sûrette tecrübe etmiş olan Türklerin bir kısım erkekleri her ne vesîle ile olur ise olsun Bayburt'a toplanacak insanların akıbetinin feci olacağını bildikleri cihetle karla kaplı olan sarp dağlara, kayalıklara iltica ettiler ve Türk ordusuna haberler göndererek imdat talep ettiler. Arşak'ın davetnamelerine saf ve masûm köylülerin icabet ve itaatini temîn etmek üzere Bayburt müftüsüne baskı yaparak tezkireler de yazdırılmıştı. Gördüğüm bir tezkirede müftü, 'şayet gelmezseniz hakkınızda pek vahîm olacaktır' diyordu. Arşak'ın, daha doğrusu müftünün davetnamesine icabet eden saf ve zavallı Türk köylülerinden Bayburt'a girenler hemen tevkîf olunarak büyük evlere, hanlara, mağaza ve mahzenlere dolduruldular. Bayburt’taki ahalînin ileri gelenleri daha evvel tevkîf olunmuştu. Hariçteki köylüler, Bayburt'a girenlerin bir daha çıkmadıklarını görünce bir daha gelmediler. Dağlara çekildiler. Onlar da hayatlarını, ırzlarını müdafaa etmek üzere silah tedarikine başladılar. Fakat bulabildilerse de bu da bir müdafaaya kifayet edemezdi. 12 Şubat tarihinde (Yeni tarîhiyle 15/16 Şubat -1918- gece) akşam çocuklarımın yemeklerini yedirdikten sonra evlerine gidenleri gönderdim. Kalanlarını yatırdım. Saat 8.00'den sonra da bir gezinti yaptım. Olağanüstü hiç bir şey yoktu. Ermeni askerleri muntazam şekilde sokaklarda geziyorlardı. Yarım saat promonaddan sonra geri döndüm, yattım. Yanımdaki odada benim için verilen hasta bakıcı ihtiyar nefer vardı. Çünkü Yura gittiği için korkuyordum. Takrîben saat 1.00'den evvel idi. Büyük bir çığlık içinde uyandım. Dışarıda ve benim eytamhanemde bir çok çocuk, kadın ve erkek feryatları işitiyordum. Fena halde korktum. Askerim gelerek kapıya vurdu. Sordum: "Ne var!" dedim. O da fena halde korkmuş ve ağlıyordu. İhtimal ki Türkler Bayburt'a geldiler diye ağlıyordu. Ben hemen paltomu, fotinlerimi giydim, birlikte çıktık. Fena halde korktum. Birlikte ağlıyorduk. Bir de baktım ki benim yetîm çocuklarımdan bir kısmı hançerlenmiş, öldürülmüş. Bir kısmı yaralı olarak kanlar içinde feryat ediyor. Geriye kalanları kapıdan sokağa fırlatılmış, orada kesilmiş. Yatakları karma karışık, kapılar pencereler kırılmış. Sokaklardaki bu feryat, takrîben yirmi dakîka devam etti. Sonra her taraftan tüfenk sesleri başladı. Bu silah sesleri üç-dört saat devam etti. Belki benim için iyi değilse de (yanî vazîfem itibarıyla) yaralı çocuklarıma bakamadım. Çünkü sinirim tutmuştu. Kendimi şaşırmıştım. Sabahleyin Bayburt'u gezdim. Her tarafta sokaklarda birçok Türk çocuk, kadın ve erkek cesetleri gördüm. Cenazeleri mollalar kaldırıyorlardı. Tek-tük Ermenilerin leşleri de var idi. Bu gün Ermeni Eytamhanesini hemen Erzurum'a doğru yola çıkardılar. Ermeniler Bayburt'tan çekilirken 150 kadar Türk çocuğunu cebren toplayarak beraber götürmüşlerdir. Bu bedbaht masûmlardan bir kısmının vahşiyane bir şekilde katledildikleri bilahere yollarda ötede beride bulunan cesetlerden anlaşılmıştır. Ermeniler Bayburt'ta tevkîf ettikleri Türkleri tamamen öldürmüş ve bazı evleri yakmışlardı. Yanık, kavrulmuş cesetler enkaz arasında gözüküyordu. Bu gece Ermeniler, hemen umûmiyetle evlere de girmişler, buldukları erkek, kadın, çocuğu vahşi bir şekilde öldürmüşler, kuyu bulunan evlerde kuyulara atmışlardı. Genç kız ve kadınların namûsuna taarruz ettiklerini Türk ve Ermeni dostlarımdan haber aldım. Bayburt'un bugünkü manzarasını görmek cidden zor ve çok hüzün verici idi. Yalnız kargir (Taş ve betondan yapılmış) bir evde hapsedilmiş yetmiş kadar Türk genci kapının arkasına döşeme taşlarını çıkararak yığmışlar ve bu şekilde canlarını müdafaya kıyam etmişlerdi. Yakılması mümkün olamayan bu evdeki Türk gençlerini imha için Ermeniler pencerelerden bir çok bomba atmışlarsa da bu bombaların patlamasına meydan vermeden içindeki Türkler bombaları dışarıya fırlatmışlar ve Türk askerinin Bayburt'u işgali gecesine kadar hayatlarını korumaya muvaffak olmuşlardır. Orada birçok fotoğraflar aldım. Maatteessüf bu fotoğraflar Moskova'da bulunan kocamın yanında kaldı. Maamafîh müsaid bir fırsatta bu fotoğrafları hatıratımla birlikte neşredeceğim. Bayburt'tan Batum'a kadar seyahatim sizi menfaatdar etmeyeceği cihetle bahsetmeyeceğim. Yalnız şurasını söyleyeyim ki Bayburt'ta sevgilim olan Yura ile Batum'da resmî izdivacımız vukû buldu ve izdivacımızın üçüncü günü Moskova'ya hareket etti. Ben de Batum'da kaldım. Mazlûm Türklere hizmet ve aynı zamanda kendi maîşetimi de temîn eylemek üzere burada bir hasta bakıcı olarak bulunuyorum." BOA. HR. SYS. 2877/1


Bayburt Postası

4 Mart 2019 Pazartesi

KIRIM’IN HIRİSTİYAN TÜRKLERİ: URUMLAR

KIRIM’IN HIRİSTİYAN TÜRKLERİ: URUMLAR


Giriş

Bugün Türk coğrafyasında İslam dinin dışında Musevi Karaylar ve Kırımçaklar, Budist Tuvalar ve Sarı Uygurlar, Hıristiyanlığı benimsemiş Gagauzlar, Tatarlar (Kreşen), Hakas, Saha, Dolgan ve Karagasların da yaşadığı bilinmekle beraber, anılan gayri Müslim Türklerle ilgili bilimsel çalışmalar yürütülse de, Türkiye Türklerinin toplumsal hafıza­sında henüz yeterince yer edememişler­dir. Bunda yüzyıllar boyunca İslam dinin bayraktarlığını yapmış olmanın, kimliği belirleyen unsurun inanç olmasının ve “öteki” konumundaki batılının gözünde her Müslümanın Türk, her Türkün Müs­lüman olduğu yönündeki yanılsamanın etkisi şüphesiz ki önemli bir yere sahip­tir. Oysa ki, son ilahi din olan İslam dini dışında Budizm, Maniheizm, Yahudilik ve Hıristiyanlık da Türkler arasında ka­bul görmüş inançlar olarak Türk tarihi­nin sayfaları arasında yerini almıştır.

İslamiyet dışında farklı bir inancı benimseyen Türklerin bugüne kadar bi­linmeyen bir kolunu oluşturan Urumlar bugün Ukrayna’nın farklı yerleşim yer­lerinde yaşamaktadırlar. Türkçe konuş­makta, Türkçe soy isimleri taşımakta ve Greklerle inanç dışında hiçbir benzerli­ğimiz yoktur demektedirler.

Bugüne kadar Urumlarla ilgili özel­likle Rus bilim adamlarının yaptığı araş­tırmalar dışında Türk akademik çevre­sinde adına dahi rastlanmayan Urumlar bugün varlıklarını devam ettirme konu­sunda ciddi kaygılar yaşamaktadırlar.

Urumların Tarihi Nerede ve Ne Zaman Başlar?

Bugün Ukrayna’nın Donetsk böl­gesinde, Donetsk merkez dışında, Ma­riopol, Manguş, Staro Kırım, Granitnaya, Starolaspa, Staroignatovka, Mirna, Starobeşevo, Komar, Ulaklı, Bagatiri gibi yerleşim yerlerinde yaşamakta olup resmi kayıtlarda Greko-Tatar olarak ad­landırılan ama Grek-Yunan dili değil de, Urumca adı altında “bizces ayt, bizces laf et” diyerek Türkçe konuşan, kendilerine “Urum” diyen Ortodokslar, Ukrayna dı­şında kuzey Kafkasya, özellikle Pyatigorski (eski adı Beş Tavi Beş Dağ), ve Mozdok’ta yaşamaktadırlar.

Kendileri ile ilgili toplumsal hafıza­larında yer eden ilk tarih 1780, ilk yer­leşim yeri ise Kırım’dır. Bu tarihten ve yerleşim yerinden öncesine ait her hangi bir yazılı veya sözlü bilgiye rastlanma­yan Urum tarihinde bu yıl içinde Os­manlı Devleti’nden koparılan Kırım’da yaşayan tüm Hıristiyanlar Rus Çariçesi II. Katerina tarafından Ukrayna toprak­larına iskân ettirilmek üzere Kırım’dan çıkarılarak yukarıda belirtilen yerlere yerleştirilmişlerdir.

Urumlar için 1780 yılının karşılığı “sürgün” dür. Urumlara göre Hıristiyanları Kırım’dan çıkarılmasının arsında ya­tan gerçek Kırım Hanlığı’nın ekonomik gücünü ellerinde tutan Hıristiyanları Kırım’dan çıkararak Hanlığı ekonomik anlamda çökmeye zorlamaktır. Urumlar arasındaki bu yaygın inanış akademik çevre tarafından da, örneğin Donetsk Devlet Üniversitesi Matematik Profesör­lerinden Stephan Kalayerov ve Urumlar üzerine araştırmaları ile tanınan Aleksander Garkavets tarafından da, doğrulanmaktadır.( Stephan Kalayerov: 08.05. 2002 Donetsk, Aleksander Garkavets: 13.05.2002 Akmescit) Bu bilgiden hare­ketle, Urumların sürgün edilmesinden bir süre sonra Kırım Hanlığı’nın, Rus topraklarına katıldığı da burada zikre­dilmelidir.

Diğer taraftan, Kırım’ı terk etmek durumunda kalan Hıristiyanların tama­mı Urum değildir. Ermeni ve Grekler de Urumlarla birlikte Kırım’dan ayrılmış­lardır. Uzun süren göç sırasında açlık, soğuk ve hastalıktan ölen Hıristiyanla­rın dışında hayatta kalanlardan Ermeniler 5 köy, Grekler ve Urumlar da 22 köy kurmayı başarmışlardır. (Aleksander Garkavets: 13.05.2002 Akmescit)

Kırım’dan çıkarılan Urumların dı­şında, daha sonraki yıllarda 1821-1825 yıllarında Anadolu’nun Trabzon, Gi­resun, Erzurum ve Kars illerinden ve İran’dan Gürcistan’a göç edip daha son­ra 1981-1986 yılları arasında Kırım, Do­netsk ve Dniyepropetrovsk’a yerleşen iki üç bin civarında kendilerine Urum deni­len kişilerin katıldığına dair de bilgiler mevcuttur. Anadolu kökenli bu Urum topluluğunun yeni yerleşim yerlerine Yedikilise, Aşkala, Çolan, Daşbaş gibi Anadolu’daki yerleşim yerlerinin adını vermiş olmaları dikkat çekicidir (Altın- kaynak 2005: 22-23). Bu dikkat çekici durum kadar Anadolu’nun Doğu Kara­deniz ve Kuzey Doğu Anadolu bölgeleri dışında özellikle orta Anadolu merkez olmak üzere Karamanlılar olarak adlan­dırılan Ortodoks Hıristiyan olup Türkçe konuşan Türkçe isimler taşıyan ve yine Urumlar gibi Greklerden farklı oldukla­rını sahip oldukları adet gelenek ve göre­nekleri ile gösteren bir başka Hıristiyan Türk topluluğunun bulunması konuyu daha ilgi çekici hale getirmektedir. Bu noktada Urumlarla Karamanlılar ara­sında bir bağ olup olmadığı da ortaya çıkarılması gereken bir diğer önemli ko­nudur. Bu noktada, 1821-1825 tarihleri arasında Anadolu’dan Kafkasya’ya geçen Urumların varlığının ötesinde yüzyıllar öncesinde 13. yy.’da Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus ile Kardeşi II. Kılıçaslan arasındaki taht kavgası İzzeddin Keykavus’un Bizans’a sığınması onu ta­kip eden binlerce askerinin aileleri ile birlikte Bizans tarafından Balkanlara iskan edilmesi, içlerinden oğulları dahil olmak üzere, bazılarının Hıristiyanlığı kabul etmesi bunun dışında Bizans ordu­sunda görev almaları, daha sonra İzzeddin Keykavus’un hapsedilmesi ile Berke Hanı’ın olaya müdahale ederek İzzeddin Keykavus’u Kırım’a maiyetindeki bir çok askeri ile götürmesi gerçeklerinin de göz önünde bulundurulması önemli katkılar sağlayacaktır (Anzerlioğlu: 2003)1.

Urumlar arasında saygın bir yeri olan ve Urum tarihi üzerine araştır­malar yapan akademisyen Valeri Kior, Urumlar kimlerdir sorusuna uzun yıl­lar cevap aramış ve sonunda şu sonuca varmıştır: Urumlar, yüzyıllar boyunca Türklerin hâkim olduğu Deşt-i Kıpçak sahasında yaşamışlar ve halen de ya­şamaktadırlar. Dil olarak hem güney hem de kuzey Türkçesinin özellikle­rini taşımakta olup, adet, gelenek ve görenek olarak Greklerden farklı olup Türklere benzemektedirler ve Urumlar Kıpçak-Oğuz Türklerinin bir karışımı­dırlar (Valeri Kior:10.05.2002 Staro Kı­rım) Kior’un da altını çizdiği gibi Deşt-i Kıpçak sahası yüzyıllar boyunca Türk göçlerine sahne olmuş ve Bulgar, Hazar, Peçenek, Kuman ve Uz Türklerinin ya­şam alanı olmuştur. Türkler bu coğraf­yaya ulaştıklarında ise Roma Katolik ve Bizans Ortodoks kiliselerinin misyon faaliyetleri ile karşılaşmışlar ve bu faa­liyetler sonucunda Hıristiyanlığın hem Katolik hem de Ortodoksluk mezhepleri Türkler tarafından kabul edilmiştir2. Bu bağlamda, bugün Ukrayna’da farklı şe­hirlerdeki müzelerde sergilenen Kuman-Kıpçaklara ait mezar taşlarına bakıldı­ğında istisnasız bütün taşlar üzerindeki insan figürlerinin elinde dikdörtgen bir nesne tuttuğu dikkati çekmektedir. Bu nesnenin bir kap mı yoksa bir kitap mı olduğu ile ilgili müze yetkililerinin yap­tığı açıklamada bunun İncil olduğu yö­nünde hâkim bir görüşün bulunduğuna vurgu yaptığını burada belirtmek gerekmektedir (11.05.2002 Mariopol müzesi, 13.05.2002 Donetsk Müzesi).

Bugün müzelerde sergilenen Kuman-Kıpçak mezar taşlarının dışında Grek harfleri ile yazılan Urumlara ait ol­duğu söylenen Türkçe Mariopol yazmala­rının izine ne yazık ki ulaşmak mümkün olamamıştır. Bu yazmalara ulaşıldığı takdirde Hıristiyan Türklerin bir kolunu oluşturan Urumların 18.yüzyıl öncesi ta­rihi de aydınlığa kavuşacaktır.

Her ne kadar şu an için tarihi öne­mi olan bu yazmalara ulaşılamadıysa da, 2002 yılında Ukrayna’nın farklı yer­lerinde yaşamakta olan Urumlara ulaş­mayı başarmak Urum tarihi alanında yapılacak çalışmalar için bir katkı sağla­mıştır denilebilir.

Urumlarda Dil, Gelenek ve Gö­renek

Yüzyıllarca Rusça’nın egemen oldu­ğu bir ortamda yaşamanın etkisi bugün günlük yaşamda ve özellikle de Urum gençleri üzerinde etkisini gösterse de, kendi aralarında konuşmalarını Urumca dedikleri Türk dili ile yapıyor olmaları, Rusça konuşanları “bizces ayt” şeklin­de uyararak kendi dillerini kullanma konusunda uyarmaları oldukça dikkat çekicidir. Kendileri dışında konuştuk­ları dile batı literatüründe verilen isim ise Greko-Tatar dilidir (Podolsky 1985). Urumlar bu isimlendirmeyi kullansalar da Greko isminin kendilerini nitelendir­mediğini Greklerle bir ilgilerinin olma­dığını vurgulayarak “Biz Helen değiliz, Greko Tatarız. Helen başka Greko-Tatar başka” demektedirler. Ancak, bu isim­lendirmeler karşısında Urum yaşlıları kendilerini Urum olarak adlandırmak­tadırlar. Bizces dedikleri Urumcanın genç kuşak tarafından unutulacağı en­dişesi ise Urumları bu konuda tedirgin etmektedir. Bu tedirginlik sonucudur ki Eski Kırım’da (Staro Kırım) Valeri Kior (Kör) Urum gençlerine Krill alfabesi ile kendi dillerini öğretmeye çalışmaktadır. Bunun dışında, Kior’un Krill alfabesi ile gerçekleştirmeye çalıştığı dil öğretimi dı­şında Donetsk’e bağlı başka bir yerleşim biriminde daha ilgi çekici bir uygulama dikkatleri çekmektedir.

Urumların Karan adını verdikleri yerleşim yerinde emekli bir kütüphane­ci olan Dora Vasilevna Famiçova, Urum gençlerine kendi çabalarıyla kültürleri­ni ve dillerini çalışma hayatı süresince öğretmeye çalışmıştır. Karan kütüp­hanesinde bir köşede Urum kültürünü yansıtan etnografik malzemelerin ser­gilenmesi onlar için gerçekten büyük önem taşımaktadır. Bunun dışında kül­türün aktarımında en önemli araç konumundaki dilin Urum gençlerine nasıl öğretileceği konusunda da Famiçova’nın Urum diline en uygun alfabeyi bulma konusunda özenli bir araştırma yaptığı dikkati çekmektedir. Bu araştırmasının sonunda ise Famiçova şu sonuca varmış­tır: Türkiye’de kullanılan alfabe Urum diline en uygun alfabedir. Bu tespiti son­rası Urum dilini Türk alfabesine uyarla­yarak gençlere kendi dillerini öğretmiş­tir. 2002 yılında kendisi ile yapılan mü­lakatta maddi imkansızlıklardan dolayı bu faaliyetlerine devam edemediklerine vurgu yapmıştır (Dora Vasilevna Famiçova : 09.05.2002 Donetsk-Karan)

Yüzyıllarca Rusçanın hakimiyeti altında dillerini korumayı başaran ve gençlerin kendi dillerini unutmamaları için çaba sarf eden Urumların bugün sa­dece Rusça’ya karşı değil bunun yanında Yunan hakimiyeti ve Yunanca’ya karşı da varlık mücadelesi verdiği söylenebi­lir.

1990 yılında Yunan hükümeti des­teği ile Donetsk’de Grek federasyonu adıyla kurulan organizasyonun amacı Ukrayna’da yaşamakta olan tüm Grekleri ve Urumları aynı kökten geldikleri tezi doğrultusunda birbirlerine yaklaş­tırmaktır. Ancak, federasyonun başkan­lığını yapan Feodor İstanbulçi’nin be­lirttiğine göre bu hedefe ulaşılamamış, hatta ciddi gerginlikler yaşanmıştır. Gerginliğin sebeplerini açıklamak iste­meyen İstanbulçi’nin aksine Urumlar Grek federasyonundaki sorunlarla ilgili olarak yaptıkları açıklamalarda Greklerin kendilerini Grekçe konuşmadıkları için dışladıklarına vurgu yapmışlardır. Bunun dışında federasyon Urumlara, Helen soyundan geldiklerini kabul et­tirmeye çalışmıştır. Urumların Grekçe bilmemeleri ve Türkçe’den hiçbir farkı olmayan Urumca dedikleri dili konuş­maları ile ilgili olarak ise ‘Türk idaresi­nin baskısı’nı sebep göstermişlerdir. Fe­derasyon yine bu propaganda faaliyetleri bağlamında Urumların ‘asıl dilleri olan Grekçeyi’ öğrenmeleri için Urum gençle­rini Yunanistan’a göndermekte bunun da ötesinde Yunan vatandaşlığına geçmele­rini sağlamaktadır. Ancak, Yunanistan’a giden Urum gençlerinin Yunan toplumu tarafından nasıl karşılandığı sorusunun cevabı ise oldukça anlamlıdır. Bu konu­da Staroignatovka’da yaşamakta olan Syvetlana Konstantinova, Maria Sağırova ve Evdokia Tırnaksız’ın açıklamaları doğrultusunda Yunan toplumunun Yu­nanca konuşmayan Urumları kabullen­medikleri ve dışladıkları açıkça söylene­bilir (Syvetlana Konstantinova, Maria Sağırova, Evdokia Tırnaksız: 09.05.2002 Staroignatovka)

Grek Federasyonunun Urumları Helen soyundan geldikleri, asıl dillerini Türk baskısı ile kaybettikleri gibi asıl­sız propagandalarla Greklerle bir ara­ya getirme çabaları Grekçe konuşmayı reddeden, kendilerinin Helen soyundan gelmediğini belirten Urumları harekete geçirmiş ve federasyon karşıtlığı ortaya bir Urum federasyonu fikrinin çıkmasını sağlamıştır. Bu tür bir girişimin ilk adı­mını ise Birlik isminde çıkardıkları ga­zete oluşturmuştur denilebilir. Bu gaze­te dışında Urumlar arasında tanınan bir akademisyen olan Valeri Kior’un ve ünlü bir Urum güreşçisi ve aynı zamanda şa­iri olan Viktor Borata’nın Krill alfabesi ile yazdıkları Urumca eserlerin Urumlar tarafından takip edildiği söylenebilir.

Grek Federasyonunun faaliyetleri karşısında harekete geçerek Birlik ismi ile çıkardıkları gazete ile seslerini du­yurmaya çalışan, kendi isimlendirmele­ri ile Urumca dedikleri dili Türkiye’den gelen bir araştırmacının nasıl konuşa­bildiğini “Urumcayı nerden biliyorsun” diyerek bazı yaşlı Urumların anlamaya çalışmaları, buna cevap olarak yine ken­di toplumunun üyeleri arasından bir çok kişinin Urumca’nın Türkçe’den farklı bir dil olmadığı açıklaması yapmaları da oldukça dikkat çekici bir durum olmuş­tur. Türkiye’deki Türklerle Urumların aynı dili konuşmalarının, bunun ötesin­de onları Greklerden ayıran ve Türklere benzeten adet gelenek ve göreneklerinin sebeplerini araştıran Valeri Kior’un bu sorulara cevabı daha önce de belirtildi­ği gibi oldukça nettir: Urumlar bugün olduğu gibi geçmişte de Deşt-i Kıpçak’ta yaşamıştı ve onlar Kıpçak-Oğuz Türk­lerinin bir karışımı idi kısacası onlar Türk’tü (Valeri Kior: 10.05.2002 Staro Kırım)

Urumlarda Adet, Gelenek Göre­nek

Yukarıda belirtildiği gibi Urumları Greklerden ayıran dilleri kadar taşı­dıkları soy isimleri, sahip oldukları adet gelenek ve görenekleri de farklılıklar göstermekteydi. Onlar Ortodoks Hıristiyanlardı ama soy isimleri Arabacı, Yağmurci, Nalça, Karasakal, Kör(Kior) Karamanıts, Hırım-girey, Kumanets, Kürpe, Kotlubey,Begim, Beyata, Oguzov, Sultanbey, Temirbek, Tatar, Tarhan, gibi Türkçe idi (Valeri Kior:10.05.2002 Staro Kırım, Altınkaynak 2005: 22) Bunun da ötesinde dilleri ve soy isimleri Türkçe olan Urumları Greklerden ayıran adet­leri, gelenek görenekleri nelerdi?

Urumların Greklerden farklı oldu­ğunu vurgulayarak sözlerine başlayan Starokırım’da yaşayan Feodora Mihaeliç, neden farklı olduklarını kültürlerin önemli birer parçası olan düğün, doğum ve ölüm olaylarının Urumlarda nasıl ol­duğunu anlatarak açıklamaya çalışmış­tır.

Mihaeliç’in anlattıklarına bakılır­sa bir Urum düğünü şöyle olmaktadır: Düğünün ilk gününde iki at süslenir. Süslenen bu iki at ile gelin evine gidi­lir. Hristiyanlıkta olan vaftiz annelik kavramı Urumlarda da bulunmaktadır ve gelinin evine gidilirken vaftiz annesi gelinin temizliğini simgeleyen kırmızı bir bayrakla en önde gider ve gelin evine ulaşıldığında geline damat ile paylaşaca­ğı yastığı satar. Düğünün ikinci günü ise köy meydanında oluşturulan bir çember içinde dünürler davul, klarnet ve kemençe eşliğinde karşılıklı oyunlar oynayarak eğlenirler. Bu her iki ailenin de birbirle­rine karşı gösterdikleri saygının bir ge­reği olarak değerlendirilmektedir. Düğü­nün üçüncü ve son gününde ise gelinin çeyizi anne evinden alınır, çalınan gelin havası ile gelin ağlatılır ve sonrasında (K)Haytarma, Yarım (H)ava, Ağır Hava, Ağırlama gibi oyunlarının oynandığı eğ­lencelerle düğün sona erer.

Gerçekleşen evlilik sonrası çiftin bir çocuğu olduğunda her şeyden önce aile kendilerine göz aydınına gelen misafir­lere göz aydını sofrası hazırlar. Bebeği kötü ruhlara karşı korumak için yatağı­na haç konulması gerekir. Bebeğin, yada Urumların ifadesiyle balanın kırklan­ması da gerekir. Yeni bir bebek dünyaya getiren anne loğusadır ve bastığı yerde ot bitmeyeceği inancından hareketle 40 gün boyunca dışarı çıkmaması gerekir. 40. Gün yıkandıktan sonra kiliseye gidip dua etmesi gerekmektedir (Feodora Mihaeliç: 10.05.2002 Staro-Kırım).

Urumların yeni dünyaya gelen be­bek veya tüm bireyler için geçerli olabi­lecek bir inançları vardır. Nazar değme­si, bazı insanların her hangi bir başka insana gözünün değmesidir. Esneme ve baş ağrısı ile ortaya çıkan nazar değme­si için Incil’den dua okunması gerekir. Ancak, bu duayı herkes okuyamamaktadır. Mihaeliç, kendi ailesinde nazara karşı dua okumayı kızı Ludmila’nın ya­pabildiğini, bunun Ludmila’ya elini sü­rüp sırtını sıvazlayan büyükannesinden geçtiğini belirtmiştir (Feodora Mihaeliç: 10.05.2002 Staro-Kırım).

Doğup büyüyen ve kendi akranları ile oyun oynayabilecek yaşa gelen Urum çocukları hangi oyunları oynar dendiğin­de cevap hiç de yabancı gelmeyecektir: aşık oyunu, dip düştü, çaka oyunu ve çelik çomak Urum çocuklarının oyunla­rıdır. Dinledikleri masallar ve hikayeler ise Aşık Garip, Köroğlu, Arzu ile Kanber, Tahir ile Zühre gibi Anadolu Türkünün dinledikleri ile aynıdır.

Bir Urum evinde hangi yemekler pi­şer denilirse de: Kavurma sızık adıyla bi­linir, ayran Urum sofrasında aryan’dır, kaymak-haymah olarak Urum sofrasın­da yerini alırken pekmez-bekmez, yoğurt- süzme yoğurt olarak bilinmekte bunun dışında köbete ve kolbası da Urum sof­rasının vazgeçilmezleri arasındadır (Fe­odora Mihaeliç Staro-Kırım: 10.05.2002). Evde kullanılan gereçler ise balta, tokaç, sandık, bardak, sofra, dügeç, kürek, gömlek, yüzbezi, fırın, güzgü’dür (Valeri Kior: 10.05.2002 Staro Kırım, Feodora Mihaeliç: 10.05.2002 Staro-Kırım, Altın- kaynak 2005: 28).

Doğum kadar hayatın bir gerçeği olan ölüm karşısında Urumların sahip olduğu inançlar ve uygulamalara ba­kıldığında ise şunlar görülür: hayatını kaybeden bir Urum, toprağa verilmeden önce evinde bir gece yatmalıdır. Yattığı odada mum yakılması gerekir. Ölen ki­şinin çenesinin, ayaklarının bağlanması gerekir, ayrıca, karnının üzerine bir mık­natıs konulmalı eline de bir haç verilme­lidir. Eğer evde beslenen kedi, köpek gibi evcil hayvan varsa onların da kapalı bir mekanda tutulmaları gerekir. Evdeki tüm aynaların üzeri örtülmelidir. Erte­si gün defin merasiminden sonra önemli olan günler 8. Ve 40. Günlerdir. Bu süre zarfında ölen kişinin yasını tutanların traş olmamaları gerekmektedir (Feodora Mihaeliç: 10.05.2002 Staro-Kırım).

Evlilik, doğum ve ölüm gibi haya­tın önemli dönüm noktalarında sahip oldukları adet ve gelenek görenekleri ya­şatmaya çalışmış olan Urumların dilleri kadar bugüne kadar sahip oldukları tüm bu değerleri de kaybetme kaygısı ya­şadıklarının belirtmek gerekmektedir. Çünkü, gençlerin düğün töreninde yada doğumda ve ölümde eski Urum adetle­rini bir kenara bırakmaya başlamala­rı, yüzyıllarca dilleri ve sahip oldukları gelenek ve göreneklerinin yaşaması için varlık mücadelesi veren Urum büyükle­rini endişelendirmektedir.

Sonuçta, Urum gençleri Helen so­yundan gelmeyip Urumca dedikleri Türkçe ile aynı dili konuştuklarını, din dışında Greklerden farklı olup Türk adet gelenek ve göreneklerinden farkı olma­yan bir yaşam tarzı sürdürdüklerini, ni­hayetinde Deşt-i Kıpçak sahasının tarihi derinliklerinin görülmeye başlanması ve Urum akademisyenlerin çalışmaları ile ortaya çıkan bilgilere dayanarak Türk olduklarını unutmamaları gerekmek­tedir.

Sonuç

Türk coğrafyasındaki geniş hoşgörü anlayışının sağladığı ortamda Budizm, Maniheizm, Musevilik yada Hıristiyan­lık gibi farklı inançlara mensup ama aynı soydan gelen çeşitli Türk boylarının var olduğu bilinmekle birlikte çok fazla üzerinde durulan bir alan olmamıştır. Oysa Türk tarihinin derinlemesine in­celenmesi ve bu inanç yelpazesinin par­çasını oluşturan tüm Türk boylarının ve sahip oldukları inançlarının esaslarının ortaya çıkarılması ve toplumsal hafızamız­da yer edinmesi gerekmektedir. Bundan hareketle, dilleri, taşıdıkları soy isimleri ve adet, gelenek ve görenekleri ile Grek­lerden farklı olduklarını, son dönem itibariyle de açıkça Türk olduklarını, Karadeniz’in kuzeyinden Türkiye Türk­lerine duyurmaya çalışan Urumların bu seslenişine cevap verilmeli ve tarihi, sos­yolojik, etnografik ve dil alanında yapı­lacak disiplinlerarası çalışmalarla Urum tarihine katkıda bulunulmalıdır.

Doç. Dr. Yonca ANZERLİOĞLU
Hacettepe Üniv. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi, yonca@hacettepe.edu.tr
Kaynak: Milli Folklor Dergisi, 2009 Yıl: 21 Sayı: 84

Dipnotlar:
Karamanlılar ve yine Karamanlı-Urum ilişkisi ile ilgili olarak bkz. Yonca Anzerlioğlu, Ka­ramanlı Ortodoks Türkler, Ankara, 2003; Yonca Anzerlioğlu “Karamanlılar, Gagauzlar ve Urumlar Arasında Tarihi ve Sosyo-Kültürel Bağlar Var mıdır ?”, Çağdaş Türklük Araştırmaları Sempozyumu, An­kara Üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri Bölümü, 8-­10 Mayıs 2002.
Dest-i Kıpcak sahasında misyonerlik faali­yetleri hakkında detaylı bilgi icin bkz.: Peter Gol­den, “Religion Among the Qıpcaqs of Medivial Eu­rasia”, Central Asiatic Journal, no.42, 1998; Istvan Vasary,“ Orthodox Christian Qumans and Tatars of Crimeea in the 13th-14th centuries”, Central Asia­tic Journal,vol.32, no. 3-4, 1988; Gyula Moravcsik, “ Byzantinische Mission im Kraise der Turkvolker an derNordkuste des Schwarzen Meeres”, Proceedingss of the 13th International Congress of ByzantineStu- dies, Oxford, 5-10September 1966, ed. J.M. Hussey, D. Obelensky and S. Runciman, Oxford Un.Press, London, 1977; Anzerlioğlu, a.g.e.

KARAKEÇİLİ YÖRÜK AŞİRETİNİN TARİHİ

Bir milletin kültürü,geçmişinden süzülüp gelen maddi ve manevi değerlerin bütününden meydana gelir. Büyük Türk milletinin tarihi dünya tari...