13 Şubat 2018 Salı

14 Şubat neden kutlanır?

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi


Sasani Uygarlığının Asya Sahilini (Selezya) yöneten Azize Zeynep (Leila Zenobia), 14 Şubat 270’de Roma’da, öldürülmeden önce ev hapsinde tutulduğu sarayın balkonunda, yukarıdaki gibi zincire vurulmuş olarak resmedildi. Öldürüldüğü gün, odasında, genç gardiyan Valentin’in ona yazdığı kâğıt parçası bulundu. Kâğıtta “Seni seviyorum Zeynep” yazıyordu.

Ressam Herbert Şmals, tablonun sağ alt köşesinde, gardiyan Valentin’i kraliçe Zeynep’e hayran bakarken resmetmeyi de ihmal etmedi. Kral Claudio, yasağa uymayıp aşık olduğu için gardiyan Valentin’i öldürtecek, sonra da aziz ilan edecekti. Öldürdüğünü aziz ilan etmek, yağmacı batının töresidir!

Sultan Zeynep, kocasından sonra Claudio’nun korsanlarıyla 12 yıl savaştı, Mısır’ı geri aldı, ayrı para bastırdı, Roma’ya vergi vermedi. Romalı yağmacılarla sürekli savaşıyordu. Zor durumda kaldığı bir zaman, ata akrabalarından destek almaya gittiği Pülümür’de (Dersim’de) esir düştü. Başkenti Palmira’yı yakmamaları koşuluyla oğluyla beraber teslim oldu. Roma’ya götürülürken İstanbul boğazına vardıklarında, oğlu Lalius’u öldürüp denize attılar.
Oğlunun asıl adı Sani-Toros, Atheno Darius, Darius hanedanından Cano idi!
Sani Toros’u öldürdükleri ve kraliçeyi Roma sokaklarında zincirli olarak dolaştırdıkları duyulunca, ilkin Arnavutluk halkı isyan etti. Halkı isyana teşvik ettiği gerekçesiyle esir tutulduğu odada onu öldürdüler. Onun öldürüldüğü haberini duyan tüm Anadolu isyan etti, halk, Romalı tefecilerin bankalarına ve iş yerlerine saldırdı. Roma kralı Claudio, bütün Roma erkeklerine 2 yıl evlilik yasağı koydu ve hepsini Anadolu’yu yerle bir etmeye gönderdi. Krala Zalim denilmesinin nedeni budur.

Leyla Zeynep bir Sasani kraliçesidir. Sasani Uygarlığı (224-651) yağmacı İskender’e isyan ederek Suriye’de kurulmuş olan Selevkos Oğuzlu devletinin devamıdır. İslamiyet Sasaniler döneminde doğmuştur. Bu kültürden Akil Adamların yönettiği Kölemen devletleri, İslamiyet’in yayılması ve Anadolu’nun haçlı Roma saldırılarından korunması sırasında doğmuş devletlerdir. Devamında Şaman Oğulları, Büyük Selçuklu ve Gazneli (Oğuzanalı) gibi Türk devletlerini görürüz.

İtalyan ressamın yaptığı tablodaki semboller:

Arkasındaki duvarda dört atın çektiği Hitit sembolü olarak da bilinen “güneş tanrısı”, Al-Lat/LAT/LAZ vardır; Laz’ın kızıdır. Yani, Azize Zeynep Şamanî’dir, Azize’dir, İsis’tir, Hitit’dir. Ulu Anası’dır; Anadolu’yu Ulu Analar yeri; Anati-uli (Anadolu) yapan analardandır.


2.Artemis gibi, karada ve denizde dört atın çektiği teknede savaşan bir Amazon “süvari”dir; Tarihte Türkler/Oğuzlar, Dor atlarıyla (Dor-t, Tur-si, Turc) denizde de savaşan kavim olarak bilinir.

Zeynep’in başında Kaşgari baş bağı vardır; halen Şiraz, Çamlıhemşin ve Adıyaman’da olduğu gibi.

Belinde, silahları alınmış “dorabuluz” kuşağı vardır; Savaşçı Er-hatune dir, Amazondur.

Kuşağında Sekizli Şems motifi vardır; Karusi, Horasani, Oğuzlu, Şamani, Turani ve Sümerlidir.

Sırtındaki pelerin: Filistin’de halen kullanılmaktadır.

Zeynep’in yönettiği topraklar:

Antik Palmira Eyaleti. Bugünkü Suriye, Mısır, Filistin, Lübnan, Ürdün, Mısır, Harran, Soli, Antakya, Ankara, Silifke, Tarsus ve Ereğli. Ereğli’de Zanapa Kalesi onun adını yaşatır. “Tarsus’un kraliçesi Zeina zamanında halk (Hlik-ia) ile yönetenler arasında sınıf farkı yoktu” diye anlatılan kraliçe odur! Mersin Mezitli’deki dikilitaşlar, insanlığa çalışan Köle-Men (Man-Goli) büyük bilim adamlarının, Ulu-Mez-id’lerin, Soli’de bir araya geldiklerini anlatır.

Pülümür’de yaşayan Ferhat Uşakları, Paller, Koçgiri /Kaçgari Uşakları, Papaglar, Tunceli’nin antik halkı olup Luvi (Alevi) kültüründen gelirler. Bu insanlar, 1.Artemis ile onun babası 1.Karus (Kuroş) gibi Horasani (Karus Analı) soy atalılar olarak bilinir. 1.Karus’ın kızı ve oğlu (1.Artemis ile kardeşi Serhat) Atina’ya kadar gidip (MÖ.550), Anadolu’nun bilim evlerinden esir alınarak Atina’ya götürülen, orada zengin oligarklara köle öğretmen olarak satılan bilim adamlarını kurtardı. Akdeniz’in Yahudi korsanları öncelikle köle ticaretinden çok para topladı (Primitif Akümülasyon, İlkel Yığın); bilim adamları en yüksek fiyatla satılan kölelerdi. Alevi kültüründe insana saygı ve özgürlüğü onur saymak, gibi vasıflar böyle bir tarihe dayanmaktadır.

Bazı kaynaklara göre Zeynep’in orduları Ankara’dan Kadıköy’e, Suriye, Filistin ve Lübnan’a kadar Anadolu’da çok geniş bir alanda Romalılarla savaştı.

Tarihten ve hafızalardan silme cezası:

Roma parlamentosu direnen şehirlere böyle ceza verirdi. Zeynep’in şehirleri de cezalandırıldı. Palmira’nın enkazı bile bugün Suriye’de en fazla turist çeken yerdir.

Daha önce cezalandırılan bazı şehirler: Başoğuzlu şehri Potomya (Rize, MÖ.63), Türkmeneli şehri 300 bin kişilik Tigran Agarta (Silvan, MS.69) Gerger, Suruç, Samsat, Antakya, Kastabala, Mezitli-Soli, Ankara…

Roma’da Milat denilen şey, Milet Uygarlığını (kaynaşmış millet olmuş Oğuz boylarını) yok edip tarihi sıfırdan başlatmak olayıdır. Bu ceza Sümer Uygarlığının da tarihten silinişidir. Bazı tarihçiler Sümerleri, Galata, Venedik, Cenevizli Yahudi korsan tefecilerin ortadan kaldırdığını söyler.


1950’den sonra NATO kararıyla, tarihte Roma’ya direnmiş olan bütün şehirlerimize Dünya Bankası tarafından sessizce sulara gömme cezası verildi, buralara baraj inşaatları başlatıldı.

Kraliçe Zeynep için bestelenmiş üç operet:


1- Anfosi; Zenobia in Palmira, 1789


2-[/b ]Rossini; “Aureliano in Palmira, 1813


[b]3- Mansur Rahbani; Kraliçe Zenobia, 1990


Adını yaşatan yerler:


1- GAZZA STRİP; Azize İş-tar Aba. Gazze Şeridi.


2- Toros Ereğli’de antik Zanapa kalesi.


Filistin’de Kaçkari çalgılarından “tulum” vardır, adı “nanay” olup, Şiraz’da ve Artvin Yusufeli’de de adı Nanay’dır.

Roma’nın affetmediği Kaşgariler:


Kaşgari/Kaçgai boyu, antik İran’da Darius/Toros hanedanının soy ata adıdır. Bu hanedan, 1918’de Amerikalılar tarafından kaldırıldı, yerine Pehlevi ailesi getirildi. Bu zoraki yönetim değişikliği sırasında 50 bin Şirazlı ve Kuzistanlı Kaşgari Alevi öldürüldü.
1980’de Fransa destekli yönetime getirilen mollalara isyan eden Şirazlı Kaşgariler ve Luviler, kadınlı erkekli taburlarla Halepçe’de kamp kurdular. Sekiz yıl süren İran-Irak savaşı sırasında 2,5 milyon can verdiler. 1988’de Talabani askerleri ile Humeyni askerleri, birlikte Halepçe’ye saldırdı, saldırı püskürtüldü, fakat beş gün sonra Halepçe’ye kimyasal bomba atıldı, 5 bin kişi daha öldü. Sekiz yıllık savaş böyle sona erdi. Tarihe Halepçe Katliamı olarak geçti(1988). Dünya basınında katledilenlerin Kürt oldukları şeklinde haber edildi. Daha sonra, sekiz yıl boyunca her iki tarafa da silah satanın bir ABD şirketi olduğu resmen açıklandı.
Bu tarihsel pencereden baktığımızda, Trabzon Kadırga yaylasında ve Mardin’de kurulan Amerikan Füze üssünün hedef alanı içerisinde kimlerin olduğunu kestirmek zor değildir. Tarih boyunca Anadolu’nun İç Asya ile bağını koparabilmek için Doğu bölgemizde bir tampon devlet kurmak, yerli halkı buradan kaçırtmak, batılı sömürgecilerin en büyük arzusu olmuştur.

Zeynep’in, baba tarafından Oğuzlu (AnatiOkhus, Anası Oğuz) hanedanına uzanan Pers/ Parth/ Ferhat(Fırat) boylu olduğu üzerine bilgiler vardır. Atatürk’ün arkadaşı Diyap Ağa da Pülümür’lü ve Ferhat Uşağıdır. 1938’de dış kaynaklı çıkartılan bir isyanda Diyap Ağa’nın on beş oğlu öldürüldüğü pek bilinmez. Cumhuriyetin kurucularından olan bu aşireti korumak için Ankara hükümeti bölgeye asker gönderdi, acı olaylar yaşandı. Bu olay, Dersim olayları olarak anılır. Aynı tarihte Fransızlar Hatay’ı kaybetmişlerdi, Fransızlar onun rövanşını Dersim’de isyan çıkartarak almak istediler.

Tarih boyunca emperyalist batı devletleri bu bölgeyi hiç boş bırakmadılar. Osmanlı’nın son yıllarında bile Dersim’de sekiz tane, İngiliz, Fransız ve Amerikan misyoner koleji vardı, Atatürk ilk iş olarak bu okulları kaldırdı, affedilmeyen önemli bir suçumuz da budur.
Kraliçe Zeynep’e düşünsel kaynak olan Oğuz kültürünü, Kölemen atalarımızda da görüyoruz; insan için çalışmak, insanlık için bilim yapmak gibi akla dayanan bir İslam kavrayışını içerir. Bu kültürü bugün Maturidi itikadı veya Alevilik olarak görürüz. İlk bin yılın ilk yarısında, Haçlı saldırılarıyla Anadolu’dan kaçmak zorunda bırakılan bilim adamları ellerindeki bilgi ve belgelerle Bağdat’a ve Kabe’ye giderdi. Buralarda göktaşlarını inceleyen bilim evlerinin izleri vardır. Hz.Muhammed’in Kabe’nin içinde korumaya aldığı “Hacer-ül Esvet”, sekiz adet Meteor, göktaşı, ki, ışıktan ur olduğumuzun ispatı olarak gösterilir, buranın bilim evi olduğunu gösterdiği gibi, Hz.Muhammed’in buraya gittiğini de, bilimi korumaya aldığını da gösterir.

Maturidi (Meteor inceleyen atalar) töresinin bilim adamlarına, filozof ve şairlerine baktığımız zaman onların şeriata değil bilime dayandıklarını anlarız. Maturidi itikadının sözcüleri Atatürk’ün bu itikattan olduğunu kabul ederler. Bundan rahatsızlık duyan kimi Hıristiyan ve Yahudi devletler, İslam ülkelerinde Şeri itikadı (şeriatı) desteklerken, Maturidi itikadını, dolayısıyla Mustafa Kemal’in düşüncesini İslam dışı gösterme gayretine girdiler, bugün yaşadığımız sorunların bir kısmı bundan kaynaklıdır.
Maturi adıyla sesdeş olarak ilk akla gelen Bedri, Mitri, VI.Mitri Date (Lokman Hekim’dir), Medrese, Metre gibi sözcüklerle bilimsel düşünmenin bağını kurabiliriz. Hatta, 900 ile 1100 yılları arasında yetişen Buharalı İbni Sina’dan Marlı Ahmet’e, Miskeveyh’e kadar birçok şair, filozof ve bilgini örnek gösterebiliriz.


Ailesi hakkında bir İngilizce kaynaktan notlar:

Sasani devletinin kurucusu Ardashir (Arđaxšēr), diğer adı Ardashīr-i Pāpagān, "Ardashir, Pāpağ oğlu". Adının Latince yazılışları; Artaxares ve Artaxerxes. Ardashir'in babası Papak’dı, büyük babası Sasan’dı.

Babai zümrelerinden Baba Dervişi, Babeg/Papagan/Babaği’ler, Bektaşi kolu olarak günümüze kadar gelmiştir. Batı Trakya’da Arnavutluk’ta Babailerin yaşadığı dağların antik adı Amazon Dağlarıdır.

Palmira Kraliçesi Zenobia, 269 yılında Mısır'ı Romalılardan geri aldıktan sonra kendisini Augusta ilan etti. Augusta olmak, Oğuzların/Şamanilerin kadın opası olmak, bir çeşit Şaman lideri, Halife (İlyapa, Alp) olmaktı. Mısır yöneticilerinin Asya kökenli Şamani (Kölemen) olmalarının sırrı bundadır. Şaman Oğulları sembollerinden sarı hilal, buğday ve tavus kuşu olarak resmedilen Anka Kuşu önemli ipucudur. Bu sembollere Sümer Kenti Semerkant ve Buhara’dan, Bitlis Ahlat’a kadar rastlayabiliyoruz.

Filistin bayrağındaki siyah renk, Sultan Zeynep’e yas tutmayı ifade eder:Sözlük:

Allat: Ulu Lad, Ulu Laz. Yüce Işığın armağanı Zeynep.
Kölemen: Panoğlu. MenOğlu. Babadan oğla geçmeyen, Akil Adamların yönettiği, Şaman, Oğuzlu ve Selçuklu yönetim sistemi. Cumhuriyetle yönetim bu töreye dayanır.

Laz: Sümer kutsalı Güneş, Soli, Ulu-os.
Lailus: Sultan uşağı, Sultanoğlu.
Leila: Leyla, Hilal. Sultan demektir. Leyi; Luvi; Ulu-ay; Ay İnanışlı.
Palmira: Poli Mero; Mer soyluların Beli. Sü-mer şehri.
Sani: Caney, Cani. Halen Adıyaman’da erkek adıdır. Sasani sözcüğünün kökenidir. KumanGene krallığının adında bulunur; Şaman Canları, kısaca Şamanlar demektir.

Sasani: Susa analılar. Susa, 1.Artemis’in ön adıdır.

Şaman: Şam-an; Kom-an. Işık ve gök bilimi yapanlar. Türklerin ata kültürüdür. Saman Yolu, Şaman Bilgeliği; gök bilim, tıp, müzik, sanat ve diğer bilimleri birlikte yapmaktır.

331 yılında Doğu Roma’da Hıristiyanlık devlet dini olarak kabul edilince, Şaman bilim evleri “din dışı” ilan edilerek yerle bir edildi. Anadolu’da halen Bursa Ulucami, Kırşehir Cakabey, Divriği Ulucami, Ankara Sultan Aleddin Camii ve Erzurum Ulucami gibi bir çok caminin mimberinde gerçek milimetrik ölçülerde Saman Yolu ahşap kabartmalar vardır, bu işaretler bu yerlerin daha önce Şaman bilimevi olduğuna işaret eder.

Eğitimci Yazar Mahiye MORGÜL

7 Şubat 2018 Çarşamba

VE...kAHVE....

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi

Kahvenin ilk ne zaman keşfedildiği ve bir fincan gerçek kahvenin ilk ne zaman içildiği bilinmiyor. Birçok farklı efsane var, fakat Orta Çağın başlarında kahvenin kullanıldığına dair yazılmış kaynak yada kanıt yok. Homeros ve bazı Arap efsaneleri, uyarıcı etkisi olan, gizemli, siyah ve acı bir içecekten söz eder fakat bu gerçek kahveyse bile emin olunamıyor. Kahve, büyük ihtimalle, Etiyopya’da ortaya çıktı.
En yaygın efsane, çoban Kaldi, M.S. 600-800 tarihlerinde, Doğu Afrika’da, bir gece dağın yamacında hayvanlarına bakarken hayvanlarının tuhaf davrandığını fark etti. Bunu incelediğinde, onların, çalılıkların yanındaki kırmızı meyveleri yediğine karar verdi. Bunun sonucunda onlar, uyanık kalıyordu, tüm gece, yaşlı keçiler bile etrafta hoplayıp zıplıyordu. Merakla, keçi çobanı, meyvelerden biraz topladı ve tattı. Bunların kendisini güçlendirdiğini ve daha uyanık tuttuğunu buldu. Bu esnada manastırın yakınından bir keşiş geçiyordu. Çoban, ona keçilerden bahsetti ve keşiş bu bitkiyi göstermesini istedi. Kaldi, keşişe, grimsi ağaç kabuğu ve parlak yaprakları olan, incecik dallarının üzerinde, yapraklarının alt kısmında, küçük beyaz çiçek demetleriyle karışmış, bazıları yeşil, daha olgun olanları sarı renkte ve diğerleri kiraz renginde ve büyüklüğü, şekli ile tam olgunluğa erişmiş meyve salkımları bulunan, ufak, güzel bir çalı gösterdi.
Bu meyvelerin etkisini denemek isteyen keşiş, onlardan bir miktarını toz halinde ezdi ve içecek yapmak için kaynamış suyu üzerine döktü. Bu ilk fincan kahve oldu ancak bu çok uzun sürmedi, her nasılsa, kahve ilk defa kavruldu. İçeceğin etkisi onu tamamen uyanık yaptı ancak onun zihinsel yeteneklerini etkilemedi, keşiş, bu yeni keşfinin ona ve keşiş dostlarına, uzun saatler süren duaları sırasında uyanık kalmalarına yardım edebileceğini düşündü ve bunu manastırına götürdü. Kahve daha sonra manastırdan manastıra yayıldı ve böylelikle daha istenilir hale geldi ve cennetten melekler tarafından inananlara getirilen tanrısal bir hediye sayıldı.
Bu efsane muhtemelen Avrupa kaynaklıdır, çünkü Arap kahve geleneğinde ya da efsanelerinde benzer bir hikaye yoktur.
Diğer bir ünlü Arap efsanesine göre, 1258’lerde Şeyh Ömer’in, Moha limanı şehrine girmesi yasaktı. Gezileri sırasında, bazı meyveler topladılar ve suda kaynattılar. Hazırladıkları içki birdenbire onlara güç verdi ve sihirli meyvelerin hikâyesi Moha limanındaki cüzzamlı koloniye yayıldı. Kahve cüzzamlıları iyileştirdi ve Şeyh Ömer Moha limanına kahraman olarak döndü.
1517 yılında Yemen Valisi Özdemir Paşa, lezzetine hayran kaldığı kahveyi İstanbul’a getirdi. Türkler tarafından bulunan yepyeni hazırlama metodu sayesinde kahve, güğüm ve cezvelerde pişirilerek Türk Kahvesi adını aldı. Zamanla tüm şehre yayılan kahvehaneler sayesinde halk kahveyle tanıştı. Günün her saati kitap ve güzel yazıların okunduğu, satranç ve tavlanın oynandığı, şiir ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı kahvehaneler ve kahve kültürü dönemin sosyal hayatına damgasını vurdu.
Saray mutfağında ve evlerde yerini alan kahve, çok miktarda tüketilmeye başlandı. Çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulduktan sonra dibeklerde dövülerek cezvelerde pişirilmek suretiyle içiliyor ve en itibarlı dostlara büyük bir özenle ikram ediliyordu. Kısa sürede, gerek İstanbul’a yolu düşen tüccarlar ve seyyahlar gerekse Osmanlı elçileri sayesinde Türk Kahvesinin lezzeti ve ünü önce Avrupa’yı oradan da tüm dünyayı sardı.
Dünyanın en eski kahve pişirme yöntemidir.
Köpük, kahve ve telveden oluşur.

Bir dava Tutanagı Asur,M.Ö. 2. binyıl


Otomatik alternatif metin yok.

1956 yılı kazılarında ele geçen iki tablet Anadolu’nun ilk politik belgesi olup Mama Kralı Anum-Hirbi’den, Kaneş Kralı Waršama’ya yazılmış bir mektubu içerir. Bu mektup Waršama’nın gönderdiği bir mektuba cevaben yazılmıştır. Mektupta Anum-Hirbi, Waršama’ya seslenir ve Kaneş’in vasalı Taişama kralını şikayet eder:

Mama Kralı Anum-Hirbi şöyle der : Kaneş Kralı Waršama’ya de ki : sen bana mektup gönderdin ve dedin ki: Taişamalı benim kölemdir, ben onu sakinleştiririm. Fakat sen kölen Sibuhalı’yı yatıştırabiliyor musun? Madem ki Taişamalı senin köpeğindir, niçin başka krallarla tartışıyor ? Benim köpeğim Sibuhalı diğer krallarla tartışıyor mu? Taşimalı aramızda nerdeyse üçüncü kral mı olacak? Benim düşmanım beni yendiğinde, Taişamalı benim ülkeme saldırıp 12 kentimi tahrip etti. (Bu kentlerin) sığır ve koyunları alıp götürdü. O şöyle dedi : Kral (Ruba’um) ölmüştür. Bu nedenle (benim kuş) avcı(sı)nın tuzağını kaldırdım. O ülkemi koruyacak ve bana kalp verecek (cesaretlendirecek) yerde ülkemi yalnız yakmakla kalmadı fakat dumanı da pis kokuttu. Baban İnar, Harsamna kentini dokuz yıl boyunca kuşattığı zaman benim halkım senin ülkene akın edip tek bir sığır veya tek bir koyun öldürdü mü ?
Otomatik alternatif metin yok.


KIPÇAK TAŞNİNE VE SAMSON VE DALİLAH SAMSON GÜCÜNÜ SAÇLARINDAN ALIR, KESİLİNCE GÜCÜNÜ KAYBEDER
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, TÜRK KÜLTÜRÜNDE YAS TUTMA ADETİDİR...
Eski Türkler'de saç bir kimlikti. Türkler uzun saçlarıyla o kadar bütünleşmiş ve ün yapmışlardı ki Türk dendiğinde uzun saçlı insanlar akla gelirdi.
Selçuklular döneminden başlayarak geriye gidildiğinde Türklerin saçlarına ne kadar önem verdikleri daha da iyi anlaşılıyor. Mesela Çağrı Beyin kumandasında 1015 yılında Doğu Anadolu'dan gelen Selçuklu akıncılarıyla ilk kez karşılaşan Van Gölü civarındaki Ermeniler, Türk savaşçılarını sanki Brewehard filmindeki gibi tarif ediyordu: "Herşeyden evvel Türkmenlerin rüzgar gibi atlar üstünde bambaşka kıyafetleri, kadınlarinkine benzer uzun saçları, mızrakları ve yaylarıyla görünüşleri, böyle bir manzara ile ilk defa karşılaşan insanları telaşa düşürmüştü."
Prof. Dr. Faruk Sümer:" Oğuz Türklerinin saçları uzun ve kesmezler. Hükümdarlar genelde saçlarını serbest bırakırken, savaşçılar ve diğer erkekler belik örerler. Oğuz erkekleri, saçlarının örgüleri çok olmasıyla tanınır. Peçeneklerin de saçları örülüydür. 9. yy yaşayan Horasan Türkleri'nin de saçları uzundu. Harzemşahlar'ın da saçları uzundu fakat hacca giderken kısaltıyorlar. Uygur metinlerinde de alplerin saçları aslan yelelerine benzetiliyor. Uygur hükümdarı ise saçlarını topuz şeklinde toplamakta ve topuzun üstünde, beş sınıf halkı temsil eden, beş dilimli taç giymekteydi."
Rus kaynaklarında da, 'sarışın' olmalarıyla tanınan Kuman Türk erkeklerinin saçlarının uzun olduğu ve örgü yaptıkları bildiriliyor. Hatta Kuman erkekleri, saçlarına üç model veriyormuş. Birinci model: Yan yana üç saç örgüsü; üç eşit uzunlukta ve kalınlıkta. İkinci model: Şakağın iki tarafından ve ensenin ortasından bir tutam olarak örülüyor ve üç örgü aşağıda birleşiyor. Üçüncü model: Bir tek uzun saç. Saçlarının bakımlı ve taranmış olmasıyla ün yapan Kuman erkekleri en çok birinci ve üçüncü modelleri tercih ediyordu. Uygurlar'da saçlar omuzları örten kalın örgüler halinde örülmüş dağınık haldeydi. Bazan da iki düğüm atılır ve kulakların önünden ve şakaklardan aşağı sarkıtılırdı. Fakat Uygur erkeklerinin favorisi arkaya doğru taranmış ve ortadan ikiye ayrılmış modellerdi.
Hun erkekleri ise diğerlerine göre daha hızlıydı. Ortaya çıkardıkları bir model o dönemde moda akımı haline gelmişti. Bizans tarihçisi Prokopios Avrupa Hunları'nı anlatan yazısında Hun Tarzı olarak adlandırılan bu modeli "Saçlarını ön taraftan geriye şakaklara kadar keser ve arka kısımlarını uzatırlardı" şeklinde tarif ediyor. Avarlar ve Bulgarlarda da bu tip yaygınmış. Çin yıllıkları ise, Asya Hunlarının da saçlarının uzun olduğunu fakat tepeden ördüklerini yazıyor.
Tanınmış sinolog O. Franke, saç örgüsünün yalnız Türklere mahsus olduğunu söylüyor. Güney Rusya bozkırında bulunan Türk kavimlere ait taş heykellerin ekserisinde başın arka tarafından aşağı doğru sarkmış üç saç örgüsü bunu doğruluyor. Fakat Göktürkler saçlarını örgü yapmayıp genelde serbest bırakırlardı. Ön taraf kirpiklere kadar uzatılır. Uzun saçlarını sol taraftan sırta atarlardı. Göktürk erkekleri de diğerleri gibi görünüşüne çok büyük önem veriyordu. Aynanın her erkeğe gerekli olduğu düşünülür ve aynanın tabiatüstü bir güce sahip olduğu varsayılırdı. Bir askerin ölümünden sonra da ayna, sahibinin yanında kalmalıydı. Arkeolojik kazılarda birçok mezarda diğer bazı eşyalarla birlikte, üzerinde sahiplerinin özel işaretlerini taşıyan ya da Göktürk alfabesiyle adının kazındığı aynalar çıkıyor. Manas Destanı'nda Yakup Han'ın karısından şikayet ederken saçını taramamasından söz etmesi ise Türklerin saçlarına verdikleri önemin bir başka göstergesi.
Türkler için saçlar o kadar önemliydi ki esarete düştüklerinde bile saçlarını dilleri ve gelenekleri gibi koruma gayretindeydiler. Işbara Hakan'ın 585 tarihinde Çin İmparatoruna gönderdiği mektupta yazılanlar da bunu ispatlıyor. Mektupta şöyle deniyordu: "Size bağlı kalacak, haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştiremem, dalgalanan saçlarımızı sizinkine benzetemem, halkıma Çinli elbisesi giydiremem, Çin adetlerini almama imkan yoktur. Çünkü bu bakımlardan milletim, fevkalade hassastır, adeta çarpan tek bir kalp gibidir." (alıntıdır)

6 Şubat 2018 Salı

Türk Tarihinin Ana Kaynaklarından Cemiüttevârih




Ord.Prof.Dr. M.Şemseddin Günaltay

Türk tarihinin İslâm devrinde yazılan kaynakların en önemlisi, İlhaniler zamanında kaleme alınmış olan Cemiüttevarihtir. Kitap İlhaniler hükümdarı Meşhur Gazan Han'ın emriyle Hemedanlı vezir Fazlullah Reşidüddin'in başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanmıştır. Reşidüddin sadece, İran sarayının korkunç entrikalarını bilen kurnaz bir vezir değil aynı zamanda Türkçe, Arapça, Moğolca, Farsça ve belki de Çince bilen kalemi kuvvetli bir edip idi. Tarih, teoloji ve metafizik alanlarında da derin bilgilere sahipti. Topkapı sarayında da iki cildi bulunan eseri yazan ekipte Alp Pulat ve Türk tarihini çok iyi bilen Uygur yazıcılar da görev aldı.


Moğol tarihini yazmak amacı ile yola çıkan heyet, Cengiz Han'a kadar pek varlık gösteremeyen Moğolların tarihi yerine Türk tarihinin Moğollaştırılmasına çalışılmış olsa da Arapça, Farsça ve Türkçe yazılmış olan; baştaOğuz Kağan Destanı olmak üzere eski Türk boyları bunların yerleştikleri coğrafyaları, kültürleri ve diğer Türk destanlarını da anlatan ve Türk tarihi bakımından çok önem taşıyan bir eserdir.
Otomatik alternatif metin yok.

12. yüzyıl sonu, 13. yüzyıl başına tarihlenen bu altın yüzük, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin yeni binasının yapımı sırasında bulunmuştur. Üzerindeki yazıda, “Konstantin İrene ’ye yüzükle evlenme teklif etti” yazmaktadır.

“SOPHIA” -- bilgelik Tanrıçası.

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi



Antik Çağ’dan Rönesans’a kadar bütün tasvirlerde felsefeyi bir kadın simgeler “SOPHIA” -- bilgelik Tanrıçası.

İlk kez tek tanrılı dinler ortaya koyduğu simgelerle kadınları bilgeliğin dışında bırakmış ve “sadece erkeklerle tanrı anlaşma yapar, sadece erkekler, tanrı ile insanlar arasında aracı olabilir” denmiştir.

İSTANBUL SEMT İSİMLERİNİN HİKAYELERİ

İSTANBUL SEMT İSİMLERİNİN HİKAYELERİ ile ilgili görsel sonucu

İstanbul’un birçok semtleri adlarını oradaki büyük camilerden almıştır: Beyazıt, Sultanahmet, Ayasofya gibi. Birçok semtlerin adı da orada oturmuş, ya da eser bırakmış kimselerden gelir. Ayrıca çeşitli tarihi olaylar, yapılar, çeşmeler de semtlere ad vermiştir. Araştırmalarımın sonucu olan bir kaçtanesini burda sizlere sunuyorum.



Aksaray –an gelenler buraya yerleştirilmiştir. Bu semt adını bu günkü Aksaray Şehrinden gelenler vermiştir.

Ahırkapı - Padişah sarayının sonunda ki has ahırın (Padişahın atlarının barındığı ahır) yanında olduğu için Ahır Kapısı diye anılmıştır.

Akaretler - Sultan Abdulaziz Taşlıkta Aziziye camiinin giderlerini karşılamak üzere bir vakıf kurmuştur. Bu vakfa gelir sağlamak için de gelir getiren anlamında Akaretler yaptırmayı planlamıştır. Bu planı bitirmek ise II.Abdulhamit'e nasip olmuştur. Bu yüzden semtede Akaretler denmiştir.

Altunizade - Altunizade İsmail Zühtü Paşa'nın yaptırdığı cami, semtinde bu adla anılmasına sebep olmuşştur. Zühtü Paşa'nın babası altın alım satımı ile iştigal ettiğinden Zühtü Paşa'ya da Altunizade denmiştir.

Arnavutköy – Önceleri, Boğaziçi’nin bu sevimli semtinde Arnavutlar oturduğu için buraya bu ad takılmıştı.

Ataköy - Ataköy'ün eski adı Baruthane dir. II.Mahmut tarafından buraya baruthane yapılmıştır. O zamanlar Ataköy (İstanbul'un dışı sayıldığından baruthane yapımı için uygun bir alan olarak görülmüştür.) Daha sonraları Emlak ve Kredi Bankası bu bölgeye 50 - 60 bin nüfuslu bir yerleşim yeri kurmuştur(1950). Yeni yerleşim yerinin adı da Ataköy olur.

Ayazağa - İsmini yeni çeri kethudası Ayaz Ağa'nın çiftliğinden almıştır. Abdulaziz döneminde buraya yaptırılan saray bugün binicilik okulu olarak kullanılmaktadır.

Ayrılık Çeşmesi (Haydarpaşa’da) – Eskiden hac alayı bu çeşme çevresinde toplanır, oradan yola çıkardı. Hacca gidenler eşlerine, dostlarına orada veda ederek ayrılırlardı.

Bağlarbaşı - Çok eskiden bir Ermeni manastırına ait bağların başladığı yermiş. Zamanla oraya Bağlarbaşı denmiştir.

Balat - Rumca saray anlamına gelen palation sözcüğünden geldiği söylenir. Önceleri İstanbul'un kapılarından birine verilin bu ad, sonraları semtin adı olmuştur.

Bebek - Fatih Sultan Mehmet Han buranın muhafazası için gönderdiği komutanın lakabından gelmektedir. (Bebek Çelebi Bebek Çavuş)

Bedesten - Arapça bir söz olan Bezzaz dan türetilmiştir. Bez, kumaş taciri, Manifaturacı anlamına geliyor. Kumaş tacirlerinin bulunduğu yere de bezzazistan denildiğinden. zamanla halk arasında ağza kolay gelmesinden dolayı bedestan'a dönüşmüştür.

Beylerbeyi – III. Murat devri beylerbeylerinden Mehmet Paşa’nın yalısını bulunduğu için köye bu ad verilmiştir.

Cihangir – Kanuni Sultan Süleyman pek sevdiği oğlu Cihangir için burada bir cami yaptırmıştı. Semt adını bu Cihangir Camisi’ nden almıştır.

Çarşamba – Samsun Çarşamba ovasından gelenler yerleştirildiği için buraya da Çarşamba denilmiştir.

Çengelköy – XIX. Yüzyılda Kaptan-ı deryalıklarda, valiliklerde bulunmuş, yiğitliğiyle tanınmış Çengeloğlu Tahir Paşa burada bir mescit yaptırmıştı.

Harem – Üsküdar Sarayı’ nın harem dairesine gidecekler bu iskeleye çıkarlardı.

Haydarpaşa – III. Selim vezirlerinden Haydar Paşa oradaki kışlayı yaptırmıştı.

İhsaniye – Selimiye kışlası ile Karacaahmet arasındaki bu mahallenin bulunduğu yerde eskiden bir saray vardı. Padişah yıkılmaya yüz tutan bu sarayın arsasını halka “ihsan” ettiği (bağışlandığı) için semtin adı “İhsaniye” kalmıştır.

Kabataş – İskelenin bulunduğu yerde eskiden büyük bir taş vardı. Osmanlı devri ileri gelenlerinden “Köse Kahya” diye tanınmış Mustafa Necip çelebi bu taşı yontturup iskele haline getirdi.

Kadıköy – Bugün Osmanağa Camisi diye anılan caminin yerinde eskiden Kadı Mehmet Efendi’nin yaptırdığı bir mescit vardı. Semtin adı bundan dolayı “Kadıköy” kalmıştır. Bugünkü camiyi I. Ahmet devrinde Babüssaade Ağası Osman Ağa yaptırmıştır. Diğer bazı kaynaklara göre Bizans’ın fethinden sonra burası İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’e bağışlanmış, bundan ötürüde semt “Kadıköy” adını almıştır.

Kanlıca - Bu bölgeye Kanuni Sultan Süleyman tarafından Anadoludan Türkmen ve göcebe bazı türk kabileleri getirtilip yerleştirilmiştir. Bu göçebelerin buraya yerleşmeleri kağnılarla olduğu ve çok uzun bir süre içinde ancak yerleşebildikleri için halk arasında bu bölgeye Kağnıca, sonralarıda Kanlıca denmiştir.

Kuzguncuk – Fatih Sultan Mehmet devrinde, Kuzgun Baba diye anılan bir derviş burada oturmuştu.

Taksim - İstanbul sularının bir bölümünün buradan taksimi yapıldığı için burasıda suların taksimi (ayrımı) yapılan yer olarak kalmıştır

Üsküdar – Farsça “Konak” anlamına gelir. Eskiden Anadolu’ya İran’a, Arabistan’a gidip gelen kervanlar burada konaklardı.

Vaniköy – Eski adı Papazbahçesi’ydi. IV. Mehmet, Şeyh-i Sultani Esseyit Mehmet Vani (Vanlı) ye bu yerleri hediye etti, o da kendisine burada bir yalı, bir iki ev yaptırdı.

...............alıntıdır...............





1 Şubat 2018 Perşembe

ZALPA KENTİ ÖYKÜSÜ

Otomatik alternatif metin yok.

 (Zalpa, Hititlere ait bir şehir devleti. En ünlü kralları Uhna. Karadeniz'in denize döküldüğü yerde yani bugünkü Bafra ilçesi sınırlarında olduğu tahmin edilen antik bir kent)
Kaneş kraliçesi bir yılda otuz erkek çocuk doğurur ve kendi kendine: ‘doğurduklarının ne kalabalık bir
şey’ olduğunu fısıldar. Sonra bir sepeti kalafatlayarak çocuklarını bu sepete koyup onları nehre bırakır.
Nehir, çocukları Zalpuwa kentindeki denize sürükler ve tanrılar çocukları besler, büyütür.
Aradan yıllar geçmiştir, kraliçe bu kez bir yıl içinde otuz kız çocuğu dünyaya getirir ve bu çocukları
bizzat kendisi besleyip büyütür. Delikanlı olmuş kraliçenin erkek çocukları bir kervanla birlikte
annelerini bulmak umuduyla yola çıkmışlardır ve Tamarmara kentine vardıklarında oradaki kişilerle
sohbet etmeye başlarlar. Konu arasında, otuz erkek kardeşin bir yıl içinde annelerince doğurulduğunu
söylerler. Bunun üzerine bu kentin insanları, Kaneş kraliçelerinin bir yıl içinde otuz kız çocuğu
doğurduğunu, ancak kraliçenin hasretleriyle yanıp tutuştuğu erkek çocuklarının ise kaybolduğunu
söylerler. Çocuklar sevinçle: ‘annemizi bulduk!’ diye bağırışırlar..
Çocuklar Kaneş kentine annelerini görmeye giderler. Çocuklar annelerinin huzurunu çıktığında
annelerinin, çocuklarını tanımamaları için tanrılar, onun kalbine şüphe düşürür. Bundan dolayı anneleri
çocuklarını tanıyamaz ve üstelik kız çocuklarını da kardeşleri ile evlendirmeye yeltenir. Ancak en küçük
kardeş, ‘biz kızkardeşlerimizle evlenecek miyiz? Tanrıya karşı böyle bir hürmetsizlik ve onlarla yatmamız
doğru değildir’ diyerek itiraz eder.” Tabletin bundan sonraki kısımları kırık olduğundan, masalın diğer
ayrıntıları bilemiyoruz.


Dünya Dinleri

Justinianos Köprüsü (halk arasında: Beşköprü),

 Otomatik alternatif metin yok.
Türkiye'de, Geç Roma Döneminden kalma, yapıldığında Sakarya nehri üzerinde bir taş köprüdür. Yapı Doğu Roma İmparatoru Justinianos (527–565) tarafından başkent Konstaninopolis ile imparatorluğun doğu vilayetleri arasındaki ulaşımı kolaylaştırmak için inşa ettirildi. Neredeyse 430 m uzunluğundaki köprü, dev ölçüleri nedeniyle çağdaş yazar ve şairlerin eserlerine konu olmuştu. Justinianos'un Boğaziçi yerine gemiyle Anadolu'dan geçebilmek için kanal projesi planladığı ve köprünün bu projenin bir parçası olduğu iddiası uzmanlar tarafından tartışılmaktadır.
M.S. 553 yılında yapımına başlanan köprü M.S. 561 yılında bitmiştir. Bizans İmparatoru Jüstinianus tarafından bu bölgede iki kola ayrılarak akan Sakarya Nehri'nin bir kolu üzerinde inşa ettirilmiştir. Ancak, zamanla nehir yatağı değişmiş ve diğer kolda bütün olarak akmaya başlaması ile de köprü açık alanda kalmıştır. Tarihçilere göre bu bölgede Sakarya Nehri üzerinde daha öncede dört köprü daha yapılmıştır. Ancak, nehir akıntısı bu köprüleri yıktığı için İmparator Jüstinianos tarafından beşinci köprü yapılmış ve bu köprü "Beşköprü" olarak adlandırılmıştır.Bizans İmparatoru Jüstinyen’in Sakarya Nehri üzerine 553’te yapımına başlattığı köprü, 561’de tamamlanır. Köprü, beş kez yıkılıp, yeniden yapıldığı için "Beşköprü" diye anılmaktadır

Paris Helen'i kaçırırken / Paris İskit başlığı ile

Otomatik alternatif metin yok.
Mısır kaynaklarında Helen'in Truva'ya hiç gitmediği yazılıdır.Prof.Dr. Ekrem Memiş, “Troya ve Troyalılar” adlı kitabında bu konuya şu şekilde yer vermiştir:
“ Troya Savaşları sırasındaki Troya kral ailesi sadece Priamos ve Aleksandros Paris’ten oluşmuyordu. Priamos’un eşi kraliçe Hekabe ya da Priamos’un büyük oğlu Hektor’un , Hektor’un eşi Andromake’ın isimleri ss veya os soneki ile bitmiyordu.
Demek oluyor ki , sadece birkaç ismin sonunda yer alan ss/ os soneklerine dayanarak bir kavmin kökeni hakkında genellemeler yapmak doğru bir yaklaşım değildir.
Kaldı ki , substrat dillere ait olduğu kabul edilen bu sonekler , Luwiler gelmeden önce de Anadolu’nun yerli kavimleri tarafından kullanılıyordu. Bütün bunlar bir yana ,bir önceki bölümde de ifade ettiüimiz gibi , İtalya’ya şehir kültürünü götüren Etrüks kavminin oluşumunda Batı Anadolu’dan göç eden Troyalılar’ın önemli bir yeri olmuştu.
İtalya da buluşan Troyalılar ve Sakalar karışıp kaynaşarak Etrüks’ler denilen Türk kavmini meydana getirmişti. Bu durum karşısında Troyalılar’ın Türklüğünü kabul etmekten başka çare göremiyoruz.”

Heraklius Ordusunun Boğazı Geçişi

Bizans İmparatoru I. Heraklius, ömrünün son yıllarında yakalandığı bir hastalıktan dolayı sudan korkmaya başlamıştı. 626- 629 yılları arasında yapılan İran seferine ordu Heraklius'un bu korkusu yüzünden Karadeniz’i kuzeyden dolaşarak gitmişti.İran seferinden yorgun dönen orduyu daha fazla yormamak Anadolu'dan İstanbul'a dönülür. Nihayet Boğaziçi'nde kayıkları boğazın iki yakasına dizdirilir ve ordu İstanbul'a ulaşır. Bu geçiş sırasında kayıkların kenar kısımları ağaçlar ile kaplanarak I. Heraklius’un suyu hiç görmemesi sağlamış. Bu geçişin Rumeli Hisarı’nda noktalanmış olduğu düşünülmektedir.
Otomatik alternatif metin yok.
Suriye’de, Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olan Maalula’daki halk bir Arami lehçesi konuşur, Yunan Katolik’tir. İlk Hıristiyan kadın din şehidi Aya Tekla kanyon ve manastırı da Maalula’dadır. Bazı bölümleri 4. yüzyıla tarihlenen Bizans kilisesi Aziz Sergius Manastır ve Kilisesi (yerel adıyla Deir Mar Sarkis) bir Katolik kilisesi olmasına rağmen ikonastatisi vardır. Sunak masasının üzerindeki çukur, buranın daha önce hayvan kurban edilen bir pagan tapınağı, muhtemelen bir Apollo tapınağı olduğunu göstermektedir. Burada Aziz Luka’ya atfedilen Hodegetria Meryemi ikonasının kopyası vardır.
Görsel sonucu

GÖZYAŞI ÇEŞMESİ

GÖZYAŞI ÇEŞMESİ ile ilgili görsel sonucu


Her şey Kırım Hanı Kırım Giray Han’ın haremine yeni getirilen Dilara Bikeç /Maria Potocka) adında “Leh” asıllı genç bir cariyeye görür görmez âşık olmasıyla başlar.

Maria, Kırım Hanının aşkına karşılık veremeden hastalanır, günden güne eriyip biter ve çok geçmeden vefat eder. Bir rivayete göre haremindeki diğer kadınların bu büyük aşkı kıskandıkları için Dilara/Maria’yı zehirledikleri iddia edilir. Bir diğer rivayete göre ise Maria’ya aşık olan Giray Han, haremindeki gözdesi Zarema’yı ikinci plana itmiştir. Kıskançlık yüzünden Zarema Dilara/Maria’yı öldürür. Bunu duyan Giray Han da Zarema’yı öldürür.

Giray Han öylesine üzülür ve kederlenir ki Dilara/Maria’ya olan aşkını ölümsüzleştirmek için bir eser yaptırmak ister. En iyi heykeltraşlarına ağlayan bir heykel yapmalarını emreder. Kırımlı/Bahçesaraylı bir taş ustası ise bunun yerine birçeşme yapmayı önerir. Bir rivayete göre ise İranlı sufi mimar ve ressam Ömer bu amaçla Kırım’a çağrılır.

Giray Han ustaya “Bana öyle bir eser yap ki kederimi dünya bilsin!” “Dünya durdukça bu çeşme de benim gibi ağlasın” der. Usta da, mermere acıyı ve yası ölümsüzleştiren bu keder abidesini oyar. Böylece şiirlere konu olan ve dillere destan bu çeşme ortaya çıkar.1764.

Çeşmenin üstündeki desenler ve süslerin anlamları da çeşmenin yapılış hikâyesini destekler mahiyettedir :Çeşmenin kurnasında yer alan mermerden yapılmış lotus çiçeği/gonca, gözyaşlarıyla dolu bir göz anlamına gelmektedir. Suyun bu ilk damladığı lotus simgesinin üzerinde “gül” koyulacak bir yer bulunuyor. Ünlü şair Puşkin: oraya: iki aşığı simgelemesi için 2 gül koymuş ve bu gelenek haline gelmiştir.

Gözyaşlarını ifade eden kalp gözü (üstteki büyük kurna) keder ve hüzünle doludur.“Gözyaşı Çeşmesi”nin üst kısmından gözyaşları akarak ilk kurnayı “keder”le doldurur. Yani: acının, kalbe balyoz gibi indiği betimleniyor.

Buradan taşan damlalar çift küçük kurnaya akmaya başlar. Yani “zaman acıları hafifletir”.

Ama çift kurnalar dolunca taşar ve bu kez tekrar ortadaki büyük kurnayı doldurmaya başlar. Yani hatıralar zihinde canlanmakta ve acılar tekrar başlamaktadır.

Buradan taşan su en alttaki delikten çıkar ve zemindeki spiralin (çark-ı felek) üzerinden geçerek yer altında kaybolur. Yani “hayat böyle devam eder gider” Zemindeki spiralkısma baktığınızda bir sonsuzluk duygusuyla yüzleşirsiniz. Bu arada: çeşmenin suyunun nereden geldiğinin bilinmediği de söylenmekte…

Çeşme öyle bir özelliğe sahiptir ki oluklarından önündeki mermer havuza sızan su, adeta bir insanın gözyaşı gibi akar. Akustiği öğle ayarlanmıştır ki, su damlalarının akışı sırasında ağlama ve hıçkırık sesleri oluşur. Çeşmenin bu halini görenler ister istemez hüzünlenir ve bir aşkın nağmelerini hatırlarlar.

Rus Çariçesi II. Yekaterina‘nın direktifiyle çeşmenin yeri değiştirilip bugünkü yerine konunca Gözyaşı Çeşmesinin de orijinalliği bozulmuştur.

Çeşme, iki yazıyla süslenmiştir:

Üstteki yazı, Kırım Hanı Giray’ı yücelten şair Şeyhiy’in şiiridir:

Allah’a şan olsun! Güldü yine Bahçesaray’ın yüzü:

Düzenlendi akıllıca Büyük Kırım Hanı’nın lütfu.

Çevresine su verdi, sürekli gayreti sayesinde,

Ve isterse Allah, yapar daha iyi şeyler bile.

Buldu keskin zekasıyla suyu ve düzenledi güzel bir çeşme.

Kim denemek isterse, çıkar su oradan ve görür şunu:

Şam’ı da gördük Bağdat’ı da (ve) görmedik onun benzerini hiç!

Her susayana okur Şeyhi, bu çeşmenin ağzından şu sözleri:

Gelin ve için şifalı kaynağın en saf suyunu!

Alttaki yazı ise, Kuran’ın 76. Suresi’nin şu 18. ayetini aktarmaktadır:

( Doğru kimselerin, cennette, su içecekleri ) Bir pınar ki orada “selsebil” olarak adlandırılır.Bir aşk anıtı olarak bu küçük çeşmecik en az “Tac Mahal” kadar özel bir anlama sahiptir. Kimi âşıklar bu çeşmeyi gördüklerinde umutsuz aşklarını hatırla-makta ve Giray Han’ın yüreğini şad etmektedir. Çeşme yapıldığı tarihten beri bu özelliği ile bilinmekte ve su haznesine konan ve her gün tazelenen sarı ve kırmızı güller, birbirine âşık bu iki insanı simgelemektedir. Kırmızı güller ölümsüz aşkı anlatırken, sarı güller ayrılık ve kederden dem vurmaktadır.

KARAKEÇİLİ YÖRÜK AŞİRETİNİN TARİHİ

Bir milletin kültürü,geçmişinden süzülüp gelen maddi ve manevi değerlerin bütününden meydana gelir. Büyük Türk milletinin tarihi dünya tari...