23 Mayıs 2018 Çarşamba

LYDIA VE LYDLER (Lidya ve Lidler)



Anadolu (Anatolia), diğer adıyla Küçük Asya (Asia Minor), tarih boyunca sayısız insan topluluğu ve yüzlerce kavime yurtluk yapmıştır. Uzun bir dönem Anadolu’dan Mezopotamya’ya kadar egemenlik sağlamış olan Hitit İmparatorluğu’nun, M.Ö. 1200 yılı sonrasında yıkılışı ile birlikte Anadolu’da zaman içinde çeşitli yeni devletler ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan biri de, Anadolu’nun en batı ucunda ve Batı dünyası ile en yakın ilişkiler içinde olan Lydler’in devletiydi. Ülkelerine de Lydia denmekteydi. Bu halk Batı Anadolu’da Gediz ve Küçük Menderes nehirleri yörelerinde oturuyordu. Antik çağ yazarları Lydler’in, güney komşuları Karlar ile kuzey komşular Mysler ve doğudaki Phrygler ile akraba olduklarını belirtirler. Hint-Avrupa karakterli bir dilleri olan Lydler, esasen Hitit-Luvi kökenli yerli halklardandı. M.Ö. 1200 yıllarından sonra Balkanlar’dan gelen bir kısım göçmenle karışıp kaynaştıkları öne sürülmektedir. Bu yıllarda yaşadıkları bölge Maionia olarak da adlandırılmıştı. M.Ö. 7. yüzyıl öncesindeki kültürleri konusunda yeterli bilgi yoktur. Ünlü ozan Homeros da onlardan Maion, Tmolos (Bozdağ) Dağı’nın eteğindeki kentlerinden de Hyde olarak söz etmekte, Lydia adını hiç anmamaktadır (Homeros; Antik Yunanda yaşamış bir Ionai’lı ozandır. Hakkında kesin bilgiler bulunmamaktadır. Truva Savaşı’nın olduğu M.Ö. 12. Yüzyılda yaşadığı öne sürülse de M.Ö. 8. veya 9. Yüzyıllarda Smyrna’da ‘İzmir’ yaşadığı daha kabul görmektedir. Tarih boyunca ün salmış olan İlyada ve Odysseia adlı iki destanımsı yapıtı vardır).

Lydia, çivi yazılı Hitit belgelerine göre M.Ö. 2. bin yılda Şeha Irmağı Ülkesi adıyla anılan küçük bir yerel krallığın merkeziydi ve Madduvattaş (Hitit döneminde kimi zaman bu devletle de savaşan, Anadolu’da egemen olan krallardan biri) gibi beylerce yönetiliyordu. Yine Hitit tabletlerine göre M.Ö. 2. Binin ortalarında Assuwa olarak adlandırılıyordu. Klasik batı kaynaklarına göre önce Atyad, daha sonra da Heraklid/Tylonid adlı iki kral sülalesinin egemenliği altında olan Lydler, pastoral (kırsal yaşam biçimi) bir düzende yaşamış oldukları öne sürülmektedir. M.Ö. 7. yüzyılın başlarında Mermnad olarak adlandırılan bir sülalenin yönetimi altına girdiler. Lydia adı Mermnadlar Hanedanının ilk kralı olan Gyges’ten itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Bu sülalenin 141 yıllık yönetiminde yalnızca Anadolu’nun değil, aynı zamanda Yakındoğu’nun da önde gelen devletleri arasına girme başarısını gösterdiler. Mermnad sülalesinin ve tüm Lydia’nın bu yükselişinde en büyük etkenlerden biri, bulundukları topraklarda altın madenlerinin bulunmasıdır. Bölgede daha önce tanınmayan altın madeninin M.Ö. 7. yüzyılın başlarından sonra başkent Sardeis’te işlenmeye başlanması Lydler’i birdenbire zenginleştirmiş ve güçlendirmişti.

LYDLERİN ÜLKESİ LYDIA

Anadolu’da Lyd kökenli ve Lydce konuşan yoğun nüfusun yaşadığı bölgeye Lydia denilmekteydi. Bu ad coğrafi bir deyim olarak en azında M.Ö. 7. yüzyılın ortalarından Bizans Dönemi içlerine kadar (M.S. 10. yüzyıl) kullanılmıştır. Bölgenin Gediz vadisindeki kuzey bölümü Maionia, Küçük Menderes vadisindeki güney bölümü de Asia adıyla anılmaktaydı. Klasik Lydia bölgesi Kaikos (Bakırçay) Irmağı ve Temnos (Demirci) dağı ile sınırlanıyordu. Kuzeyinde, bugün Manisa ilinin Kula ve Selendi ile Kütahya’nın Gediz ilçelerine doğru uzanan, volkanik Katakekaumene (Yanık Ülke, günümüzün Manisa’nın Kula ilçesi civarı) ile Maionia yöreleri bulunuyordu. Güneyde sınırını Messogis (Aydın Dağları, Güme Dağı) Dağları belirlemekteydi. Doğuda Sindros (Banaz) Çayı, batıda da Aspordene (Yunt) ve Sardene (Dumanlı) Dağları ile sınırlanmaktaydı.

Lydia’nın en önemli kenti, Hermos (Gediz Irmağı) vadisinde büyük bir kültür ve ticaret merkezi durumundaki Sardeis (Salihli, Sart) idi. Kuzey uçtaki Thyateira (Akhisar, Tepe Mezarlığı) ve Gordos (Gördes), batı sınırında Sipylos (Sipil) Dağı eteğindeki Magnesia, güneyde Küçük Menderes vadisindeki yün boyacılığıyla ünlü Hypaipa (Ödemiş-Günlüce) ve doğuda da Philadelphia (Alaşehir) öteki kent ve kasabalardan bazılarıydı.










Doğal kaynaklar yönünden oldukça zengin olan Lydia’da, milattan önceki yıllarda altın madeni işletilmekteydi. Lydia ülkesi, Orta ve Güney Anadolu’dan gelip Ege kıyılarına ulaşan tarihi yolların da üzerindeydi. Bu nedenle ticaret çok gelişmişti.




Başkent Sardeis, Manisa’nın Salihli ilçesi yakınlarında, Bozdağ’ın kuzey yamaçları üzerindedir. Kent ve çevresi tarihöncesi çağlardan beri yerleşimlere sahne olmuş; M.Ö. 7. yüzyılın başlarından sonra da uluslararası bir metropol görünümünü kazanmıştır. Yalçın bir sitadelin (Krallık Sarayının da bulunduğu surlarla çevrili şehir merkezi) kuzey ve batı eteklerindeki aşağı kent oldukça geniş bir alana yayılmıştı. Lydia; hayvansal, bitkisel ve madeni kaynaklar açısından çok zengin bir bölgede yer almaktaydı. Dağları sık ormanlarla kaplıydı, vadilerinde buğday yetiştirilmekte, büyük hayvan sürüleri otlatılmaktaydı.

M.Ö. 546 yılında Perslerin ele geçirmesi üzerine Sardeis, Susa’dan gelen Kral Yolu üzerindeki bir konaklama yeri olarak önemini sürdürmüştür. M.Ö. 333 yılında şehir, Persleri yenen İskender’in eline geçti. İskender sonrasında Selevkos Kralları, Sardeis’i bir Hellen şehri durumuna getirmişlerdir. Görkemli Artemis tapınağı ve tiyatro bu dönemde yeniden yapılmıştır. M.Ö. 180 yıllarında, bu defa Sardeis’te Bergama Krallarını görmekteyiz. Daha sonraları Romalılara geçen şehir (M.Ö.133) bu dönemde büyümüş ve gelişmiştir.Lydia krallığının yıkılışından sonra, özellikle Helenistik dönem ve Roma İmparatorluk çağlarında büyük bir gelişme ve yapılaşma olmuştur. M.S. 17 yılında meydana gelen büyük depremle yıkıldıktan sonra Tiberaus tarafından yeniden inşa edilmiş, daha sonra önemli bir Hıristiyan Piskoposluk merkezi olmuştur. Sitadelin batı yamaçları üzerinde ve Sart Çayı kıyısındaki görkemli Artemis Tapınağı ile Yahudi Havrası ve gymnasium (Alttaki resimlerde. Gymnasium; Roma dönemlerinde gençlerin eğitim, öğrenim gördükleri, spor etkinliklerinde bulundukları yapılardır. Ortada idman yapılan büyük bir avlunun ‘palestra’ etrafında dizilmiş derslikler, soyunma ve yıkanma odalarından oluşmaktadır. Romalılar döneminde gymnasiumlar hamamlarla birleştirilmiş, iç içe inşa edilmişleridir) en dikkat çekici anıtlar arasındadır.








Strabon (M.Ö. 64-M.S. 24 yılları arasında yaşamış bir Roma Cumhuriyeti dönemi Yunan tarihçi, coğrafyacı ve filozofudur. Günümüzün Amasya ilinde doğdu ve orada öldü. Eğitimini Roma’da sağladı), Antik Anadolu Coğrafyası adlı yapıtında Sardeis ve Lydia’dan şu şekilde söz etmektedir; “Sardeis büyük bir kenttir. Troia (Truva) çağından daha geç (sonra) olmakla beraber, gene de eski bir kenttir ve muhkem bir kalesi vardır. Burası ozanın (Homeros) Meionialılar dediği Lydialıların kral ikametgahı idi. Daha sonra yazarlar bunlara Maionialılar demişlerdir. Bir kısmı, bunları Lydialılar ile eş tutmuş, bir kısmı da ayrı göstermiştir. Fakat bunları aynı insanlar olarak göstermek daha doğrudur. Zirvesinde (Sardeis) Perslerin, beyaz mermerden yaptığı kemeler vardır. Buradan bütün çevredeki ovalar, özellikle Kaystos ovası görülür. Bu dağın çevresinde (Bozdağ) Lydialılar, Mysialılar ve Makedonialılar (Makedonyalılar) yaşarlar. Paktolos (Sart Çayı) Tmolos (Bozdağ) dağından çıkar. Eski zamanlarda bu nehirde çok miktarda altın tozu bulunmuştu ve Kroisos (Lydia’nın son kralı) ve onun ecdadının zenginliğinin ününü, buradan kaynaklandığı söylenir. Fakat artık altın tozu yoktur. Paktolos (Sart Çayı) ve halen Phrygios olarak adlandırılan Hyllos da Hermos’a (Gediz Nehri) dökülür. Bu üçü ve onlarla birlikte daha az önemli nehirler, birleşerek Herodotos’un dediği gibi Phokaia (Foça) yakınında denize dökülür. Hermos (Gediz Nehri), Mysia’da kutsal Dindymene dağından (Murat Dağı, Gediz ilçesi-Kütahya, ana tanrıça Kybele’nin kutsal mekanlarından biri kabul edilirdi) çıkar, Katakekaumene ülkesinden (Yanık Ülke; günümüzde Manisa’nın Kula ilçesinin topraklarının bulunduğu bölge) Sardeis topraklarına girer ve evvelce de söylediğim gibi civarındaki ovalardan da geçerek denize dökülür. Kentin alt tarafında, birbirine bitişik ve ovaların en iyileri olan Sardeis, Kyros, Hermos ve Kaystros ovaları bulunur”.

Roma döneminde olduğu gibi Bizans döneminde de önemli bir metropol olarak varlığını sürdüren Sardeis, 1401 yılında Timur tarafından yerle bir edilerek yok olmuş ve tarihin derinliklerine gömülmüştür.




LYDİA KRALLARI

Lydia’da üç kral hanedanlığı egemen olmuştur. Sırasıyla; “Atyadlar”, ‘Herakles Oğulları’ “Heraklidler” ve ‘Şahin Oğulları’ “Mermnadlar”. İlk iki hanedanlık ve bunların kralları hakkında fazla bir bilgi yoktur. Sadece bu iki hanedanın M.Ö. 2 bin yılı ile M.Ö. 670 yılları arasında hüküm sürdükleri, Atyadlar’ın efsanevi kralı Lydos’un ismine dayanarak halkın Lydialılar diye anılmaya başlandığı öne sürülmektedir. Bu anlamda Lydia isminin ortaya çıkışıyla, güney komşuları ve akrabaları Karialıların (efsanevi kral Kar’a dayalı) ve Karia adının ortaya çıkışı benzerlik göstermektedir. Ayrıca, Heraklid hanedanlığı egemenliğinin 565 yıl sürdüğü (M.Ö. 1200 veya M.Ö. 1185’ten sonra), ilk krallarının Argon, son krallarının ise Kandaules olduğu bilinmektedir. Kralları arasında; Ninos, Belos, Alkainos, Myrsos adlı toplam 22 kral olduğu da öne sürülen ayrı bir savdır.

Atyad ve Heraklid’lerden sonra başa geçen Mermnad sülalesinin ilk kralı M.Ö. 687 yılında tahta geçen Gyges’tir (M.Ö. 687-645). M.Ö. 667-666 yılları arasında Asur kralı Assurbanipal (M.Ö. 668-627) ile diplomatik ilişkiler kurarak, Phrygler’den sonra Lydler üzerine yönelen Kimmer tehlikesini savuşturmayı çalışan Gyges, bir yandan da batı ve kuzeybatı Anadolu’da genişlemeye çabalamış, etki alanına Troas bölgesi ve Manyas gölü civarına kadar genişletmiştir. Uzun mızraklı süvarilerden düzenli bir ordu kuran Gyges, bu sırada keşfedilip işletilmeye başlanan altın madenlerinin verdiği büyük güçle siyaset sahnesinde parlamaya başladı. M.Ö. 655 yıllarında ülkesinin çok uzağındaki Mısır’a ücretli asker gönderecek kadar büyük bir güç sağlamıştı. Asur İmparatorluğu’nun boyunduruğundan kurtulmaya çalışan Mısırlı I. Psammetikhos’a gönderilen İonialı ve Karialı ücretli askerler ücretlerini büyük olasılıkla altın olarak almaktaydı. Bütün bu çok yönlü siyasal girişimlerine, ekonomik gücüne karşın Gyges, ülkesine doğrudan yapılan Kimmer saldırısına engel olamadı. M.Ö. 645 yılında onlarla yaptığı bir savaşta, savaş alanında öldü. Bu sırada Kimmer ordularının başında Lygdamis/Dugdammi adında bir reis bulunuyordu. Kral Gyges, uzun mesafeli ticaretin gelişmesi için, antik çağlarda kullanılan Asur koloni yollarını birleştirilerek, Sardeis’ten Ninova’ya kadar uzanan “Altın Yol”u yapmıştı.
Gyges’ten sonra Lydia tahtına İ.Ö. 645 yılında oğlu Ardys geçti. Bu sırada Kimmerler’in reisi Lygdamis/Dugdammi ölmüştü (M.Ö. 641). Buna karşın Kimmer göçebeleri, Ardys’in yedinci saltanat yılında (M.Ö. 639) kuzeybatı göçebe Trerler ile birleşerek Lydia başkenti Sardeis’i yağmaladılar. Sitadelin kuzey ve batı eteklerine yayılmış olan aşağı kent yakılıp yıkıldı. Bu büyük yıkıma karşın Lydia kral sülalesi yaşamını sürdürdü. Ardys’i kral olarak M.Ö. 621’de başa geçen Sadyattes ve M.Ö. 609’da başa geçen Alyattes (M.Ö. 609-563) izledi. Mermnad sülalesinin yetenekli hükümdarlarından biri olan Alyattes döneminde Batı Anadolu ve özellikle Edremit yöresini yurt edinmiş Kimmerler’e karşı büyük bir temizlik harekatına girişildi ve atlı göçebeler Kızılırmak’ın doğusuna sürüldüler. Böylelikle 100 yıl civarında Anadolu’da büyük sıkıntılara yol açan göçebe tehdidine son verildi. Lydia Krallığı’nın sınırları Kızılırmak’a kadar genişletildi. Phryg başkenti Gordion ele geçirildi. Batı kıyıdaki İon kent devletlerine karşı kimi başarılar sağlandı. Miletos ile yapılan saldırmazlık antlaşmasını M.Ö. 600 yıllarına doğru Smyrna’nın (Eski İzmir, Bayraklı Höyüğü) yıkımı izledi. Alyattes döneminde Lydia Krallığı’nın gücü en üst seviyesine çıkmıştı. Mermnad sülalesi bu güçlerinin simgesi olarak aslanı kullanıyorlardı.





Alyattes’in krallığı döneminde İran’da yönetim, başkenti Orta İran’da Ekbatan’da (Hemadan) bulunan Medler’in eline geçmişti. Medler Kırım yöresinden kopup gelmiş bir kısım İskitler ve Babilliler ile birleşerek M.Ö. 612 yılında bin yıllık Asur İmparatorluğu’na son verdiler. Belki bu tarihten biraz daha önce yüksek yaylanın güçlü devleti Urartu Krallığı da tarih sahnesinden silinmişti. Böylelikle Ön Asya dünyasında Babil’in yanında Med Devleti yeni bir güç olarak parlamış ve Kızılırmak’a kadar tüm Doğu ve Orta Anadolu’nun egemeni durumuna gelmişti. Bu sırada Medler’in başında kral olarak Kyaksares (M.Ö. 625-585) bulunmaktaydı. M.Ö. 590 yıllarına gelindiğinde, en azından Kızılırmak’ın doğusundaki topraklar büyük çapta Medler’in eline geçmiş durumdaydı. Yozgat’ın Sorgun ilçesi yakınlarındaki Kerkenesdağ yerleşmesinin Medler tarafından bu zamanda kurulduğu öne sürülmektedir. Kyaksares yönetimindeki Medler’in Kızılırmak’a kadar egemenlik sağlaması bu krallığı Alyattes’in Lydia’sı ile karşı karşıya getirmişti. Bu iki devlet arasında Kızılırmak kavsi içinde, M.Ö. 590 yılı ile 585 yılı arasında sonuç alınamayan bir dizi savaş yapıldı. M.Ö. 28 Mayıs 585 tarihinde savaş sırasında meydana gelen ve Miletos’lu bilgin Thales tarafından önceden hesaplanmış olan tam bir güneş tutulmasının yardımıyla, bu tutulmanın tanrıların savaşın sürmesini istemedikleri düşüncesiyle antlaşmaya varıldı. Buna göre Kızılırmak iki devlet arasında sınır kabul edildi. Alyattes kızı Aryenis’i, Kyaksares’in oğlu veliaht Astyages’e vererek antlaşma güçlendirildi. Kyaksares’ten sonra Med tahtına oğlu Astyages (M.Ö. 585-550) geçti. Alyattes, bu barıştan sonra Ionia kentlerine yönelmiş ve egemenliğini kabul etmeyenleri de vergi altına almıştı. Önceki yıllarda da diş geçiremediği bir kent vardı ki o da Klazomenia olmuştu. M.Ö. 600 yılında bu kent ile giriştiği savaştan yenik ayrılmış, bu kent sonraki yıllarda da bir türlü ele geçirilememişti.

Med egemenliği uzun ömürlü olmadı ve İran’da denetim Pers kökenli Akhaimenid Sülalesi tarafından ele geçirilmeye başladı. M.Ö. 550 yılında bu sülalenin başına Kyros (M.Ö. 559-529) geçti. Med Krallığı’na son veren Kyros, bir anda Halys Irmağı’na (Kızılırmak) kadar uzanan Anadolu’nun yeni efendisi durumuna geldi. Med Devleti’nin birdenbire çöküşü ve Akhaimenid Sülalesi’nin yönetimindeki Persler’in yükselişi Ön Asya’nın dengesini bozarak yeni karışıklıklara ve bunalımlara yol açtı. Bu karışıklıklardan özellikle Anadolu çok etkilendi.

Doğuda olan önemli gelişmeler sırasında Lydia tahtına İ.Ö. 563 yılında Alyattes’in oğlu Kroisos geçmişti. Mermnad sülalesinin bu sonuncu hükümdarı, ülkesindeki altın madenlerinden kaynaklanan zenginliği ve cömertliğiyle büyük ün kazanmıştı. Atinalı eski Yunan yazarları O’nun zenginlik ve cömertliğinin anılarda hep yaşayacağını söylüyorlardı. Ancak bu dönemde Anadolu’da Persler’in yükselişine ilk tepki Ege kıyılarından Kızılırmak’a kadar alanda etkin olan Lydler’den gelmişti. Lydler ve Persler karşı karşıya gelmişlerdi. Buna bir nedende Kroisos’un babası Alyattes’in Medler ile yapmış olduğu antlaşmaya sadık kalmasıydı ve doğuda komşu olarak sadece akrabalık ilişkileri de geliştirdikleri Medler’i tanıyıp onları kabul ediyorlardı.

M.Ö. 547 yılı baharında, daha çok ücretli askerlerden oluşan Lydia ordusu Kızılırmak’ı aşarak, inşasına Medlerce girişildiği öne sürülen ve henüz bitirilmemiş durumdaki Pteria kalesine vardı ve bu yöreyi yağmalayarak halkını köleleştirdi. Bu sırada Kyros ordusuyla güneydeki Kilikia bölgesi (Çukurova) üzerinden Kızılırmak yayına ulaşmıştı. Böylelikle Lydia ve Pers orduları karşı karşıya geldiler. Söylentiye göre Lydia Krallığının sonunu hazırlayacak bu savaşa; Delphi Kahini’nin Pers Ülkesine saldıracak olursa büyük bir imparatorluğun yıkılacağı kehanetini Kroisos’un yanlış yorumlaması neden olmuştur. Yaz aylarına üç ay kadar süren savaştan kesin bir sonuç alınamadı.

Kroisos, eski çağların savaş töresi gereğince, kışı geçirmek üzere ordusuyla başkenti Sardeis’e döndü ve ücretli ordusunu gelecek yıl yeniden toplama üzere terhis etti. Ancak Kyros (Keyhüsrev) onu gizlice izledi ve Lydia başkenti Sardeis yakınlarına değin geldi. Lydia süvarileri Sardeis’in doğusundaki bir ovada Pers’leri durdurmaya çalışsalar da başarılın olamadılar ve sonuçta Pers ordusu başkentin surlarına kadar dayandı. Sonuçta 14 günlük bir kuşatmada sonra kent ele geçirilerek M.Ö. 547 yılında Lydia Devletine son verildi. Söylencelere göre; Kroisos, yenilince, kentin hazineleri ile birlikte Persepolis’e götürülmüş ve orada ölmüştür (M.Ö. 515). Ancak son yıllarda çözümlenen yeni Babil belgelerine göre Kroisos’un savaş alanında öldürüldüğü öğrenilmiştir. Tüm Anadolu Pers egemenliği altına girdi. Persler, Altın Yolu’na düzenleme ve ekler yaparak Susa ve Persepolis şehirlerine kadar uzatmış ve adını “Kral Yolu” olarak değiştirmişlerdir.

Pers’lerin Anadolu’daki egemenliği Büyük İskender’in ordusuna yenildikleri M.Ö. 333 yılına dek sürdü.

Strabon’un coğrafya kitabında Roma döneminde Lydia’da ileri gelenler için yazdıkları; “Sardeis’te iki aileden önemli kişiler çıkmıştır, hatip olan iki Diodorus gibi. Buradan Zonas adını taşıyan yaşlı olanı birçok kez Asia’nın çıkarını savunmuştur; ve kral Mithridates’in saldırısı sırasında krala bağlı kentleri isyan ettirmeye çalışmaktan suçlanmış, fakat savunmasıyla kendisini temize çıkarmıştır. Benim dostum olan genç Diodorus ise sadece tarihi risalelerin değil, fakat aynı zamanda eski yazın stilinde lirik ve diğer tarzda şiirlerin de yazarıdır. Eski tarihçi Ksanthos da gerçekten Lydia’lıdır, fakat onun Sardeis’ten olup olmadığını bilemiyorum.”

LYDİA’DA DEVLET DÜZENİ

Lydler süvarilikleri ile ünlüydüler. Halikarnassoslu (Bodrum) tarihçi Herodotos onları Asya’da yiğitlikte kimsenin bileğini bükemeyeceği savaşçılar olarak tanımlar. Süvariliğin gelişmesinde bölgede yetişen soylu atlar ile uçsuz bucaksız otlaklar olumlu rol oynamıştı. Ancak Pers istilasından sonra onlar da giderek Phrygler gibi, müzik, zevk ve sefahat düşkünü kimseler olarak tanımlanmaya başlamışlardı.

Lydia Krallığı merkezi karakterli bir yapıya sahipti. Krallık belli bir sülaleye bağlı olarak babadan oğluna geçerdi. Bunun yanında bazı zamanlarda varlığını duyurabilen çok zengin bir tüccar sınıfı da bulunuyordu. Ülke eyaletlere ayrılmıştı ve valilerce yönetiliyordu. Buralara bazen veliahtlar da vali olarak gönderiliyordu.

LYDLERDE DİL VE YAZI

Yazılı Lydce belgeler gerek sayıca ve gerekse konu bakımından son derece sınırlıdır. Mezar taşı ve adak yazıtları ile çanak çömlek üzerine kazınmış grafiti tarzında olan bu yazıtların sayısı 110 kadardır. Bunların çoğu da M.Ö. 4. yüzyılın sonu yada 3. yüzyıla aittir. Lydia dili Hint-Avrupa kökenlidir. Tam olarak çözülemeyen fakat Luvca ve Lykçe’ye yakın görünen bu dil Aramice-Lydce yada Yunanca-Lydce olarak kaleme alınmış çift dilli (bilinguis) birkaç yazıt yardımıyla anlaşılmaya başlanıştır. Alfabeleri 26 harflidir ve bunların bir bölümü Yunanca ve Phrygce’dekilere benzer. Bu benzerlik her üç alfabenin Fenike’den alınmış olması nedeniyledir. Lydler’in dilinde Anadolu’dan göç etmiş olan Etrüskler ile de bezerlikler tespit edilmiştir.



Lydler M.Ö. 6. Yüzyıl içinde Helenleştiler ve süreç içinde kendi dillerini terk ederek Helence konuşup yazmaya başladılar.

LYDLERDE DİN
Lydler çok tanrılı bir dine sahipti. Phrygler’deki gibi burada da dinin en önde gelen öğesi Kuvava adıyla anılan Kybele yani “Büyük Ana” idi. Bu eski ve köklü en Anadolu tanrıçasına Lydia ülkesinde azından M.Ö. 2. bin yılın ikinci yarısından beri tapınılmaktaydı. Manisa yakınlarında ve Sipylos (Sipil) dağının kuzeydoğu etekleri üzerine oyulmuş oturan ana tanrıça kabartması bunun en iyi kanıtıdır. Tanrıçanın Sardeis’te M.Ö. 6. yüzyılın ortalarında büyük bir tapınağı bulunuyordu. Henüz yeri saptanamayan bu tapınak, Sardeis’te ele geçirilmiş mermer bir sunak (tanrılara adak adanan yer) üzerine işlenmiş kabartmasından tanınır. M.Ö. 550 yıllarına tarihlenen bu sunak üzerindeki kabartmalarda ana tanrıça İon düzeninde bir tapınağın önünde ayakta durmaktadır. Herodotos’a göre; M.Ö. 499 yılında Perslere karşı düzenlenen Ionia Ayaklanması sırasında Sardeis yıkılıp yağmalanır ve yöresel tanrıça Kuvava’ya (Kybele’ye) ait tapınak da ortadan kaldırılır.





Lydia kralları aynı zamanda eski Yunan tanrılarına karşı da büyük ilgi duyuyorlardı. Krallar, Delphoi ve Didyma’daki Apollon (müziğin, sanatın, ateşin, güneşin ve şiirin tanrısı) tapınaklar ile Ephesos (Efes) Artemis’ini (avcılığın, hayvanların, ay ve okçuluğun tanrıçası) zengin armağanlara boğuyorlardı.

Gerçektende Sardeis’te kutsanan ünlü tanrıçalardan biri Artemi (Artemis Sardiene) idi. Lydler’ce Artimu olara adlandırılan Artemis’in Sardeis’te büyük bir sunağı bulunuyordu. Apollon ve Artemis’in yanı sıra, bazen Lydia’lı olduğu söylenen Bakkhos yani Dionysos’un (önce şarabın, sonra bitkilerin, hayatın ve ölümün tanrısı) önemli bir yeri vardır. Hatta bu tanrı üçlüsünün Lydia halkının dinsel inanışlarını yönettikleri söylenebilir. Ayrıca Levs (Zeus; tanrıların kralı, yağmur tanrısı), Santas (mezarların koruyucusu), Lametrus (Demeter; mevsimlerin ve anne sevgisinin tanrıçası) ve Marvida (güneş tanrısı) gibi tanrı ve tanrıçalara tapınılmaktaydı.

Sardeis’teki ünlü Artemis Tapınağı’nın yapımına Kroisos döneminde başlandığı söylencesi olsa da günümüze kalıntıları kalan tapınak, M.Ö. 3. yüzyılda Helenistik döneminde başlanmış, Roma döneminde son şeklini almıştır. Sonraları bir kiliseye dönüştürülmüştür.





LYDİANIN BAŞKENTİ “SARDEİS” VE YAŞAM

Lydler daha çok pastoral (kırsal yaşam biçimi) karakterli bir halktı. Bu yüzden ülkelerinde kentlileşme fazla gelişmemişti. Ancak, aynı zamanda başkentleri olan Sardeis, yalnızca Lydia’nın değil tüm Anadolu’nun en işlek ve canlı metropollerinden biriydi. Günümüzde Manisa’nın Salihli ilçesinin yakınlarındaki kent bereketli Gediz Ovası’nda ve Bozdağ’ın (eski Tmolos) kuzey yamaçları üzerinde yer alıyordu. Yalçın bir kayalık üzerindeki sitadel Midas’ın (Phryg kralı) Gordion’undan (Phrygia) farklı olarak zapt edilmez bir şato görümündedir. Burası aynı zamanda Ege kıyılarında İç Anadolu’ya doğru uzanan stratejik bir yolun üzerinde kurulmuştu ve transit ticaret açısından önem taşıyordu. Kent ve çevresi tarihöncesi çağlardan beri yerleşmelere sahne olmaktaydı. Bu nedenlerle Sardeis M.Ö. 7. yüzyıldan başlayarak uluslararası bir metropol görümünü kazanmıştı.

Bu kentin tarihçesi M.Ö. 2 bin yıla kadar uzanır. Mısır hiyerogliflerinde Sardana diye geçen bu adı, hiç kuşkusuz ki o yıllarda Batı ve Güney Anadolu’da yaşam sürdüren Luviler’in bir tanımlamasıydı. Yıllar içinde, Luvi diliyle benzerlikleri bulunan Lyd dilinde bu adın Sfarda’ya dönüştüğü öne sürülmektedir. İoannis Lydus (Lydia’lı İoannis) adlı, M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış yazar, Hellen ağzında Sardeis/Sardis olmuş adın aslının Lydia dilinde “yıl” anlamına gelen Sfardis sözcüğü olduğunu söylüyordu.

Sardeis’te, günümüze yeterli kalıntısı gelmemekle birlikte 300 metre yüksekliğindeki sitadel (krallık sarayının da bulunduğu şehir merkezi) surlarla çevriliydi ve içinde görkemli bir krallık sarayı ile öteki resmi binalar bulunuyordu. Bunların kesme blok taşlardan yapılmış duvarları kısmen günümüze dek ulaşabilmiştir. Sitadelin kuzeydoğu eteklerinde saptanan kireçtaşından anıtsal teras duvarları bu yörenin Lydler açısından önem taşıdığına ve resmi karakter içerdiğine işaret eder.

Aşağı kent sitadelin batı ve kuzey etekleri üzerindeki geniş alanda kurulmuştur. Buraları önceleri sursuzdu. Bu yüzden M.Ö. 7. yüzyılın ilk yarısı içinde Kimmerler’in yağmalarına sahne olmuş, büyük yıkımlara uğramıştı. M.Ö. 7. yüzyılın ikinci yarısı içinde 20 m. kalınlığında ve yüksekliği 10 m.yi aşan bir surla çevrildi. Yüksek taş beden üzerine masif teknikte (ahşap malzemenin birbirine eklenmesiyle) ve kerpiç bloklarla yapılmış bu duvar M.Ö. 6. yüzyılın ilk yarısı içinde payandalar (ahşap, taş veya betondan yapılan destek elemanları) ile desteklenerek kalınlığı daha da arttırıldı. Bunlar kentin doğu kapısının lağım açılarak tahrip edilmesine karşı alınmış önlemlerdi.

Sardeis aşağı kentinde ekonomik etkinlikler daha çok batı yakada, Paktolos (Sart) çayı yöresinde toplanmıştır. Altın arıtma atölyeleri, mücevherci dükkanları ve pazar yeri hep bu taraftadır. Buna karşılık doğu surlarının önünde cam boncuk üreten dükkanlar da bulunmaktaydı.
Lydler evlerini genel olarak kerpiç (killi çamur ile samandan yapılan ve güneşte kurutularak elde edilen bloklar) ve taştan yapmaktaydılar. Basit konutlar oldukça sade ve yoksul görünümlüdür. Taş temel üzerine yükselen kerpiç duvarları sazdan bir damla örtülüydü. Hiç ahşap kullanılmamış olan duvarların kalınlıkları 0,9 m.yi aşmazdı. Konutlar çok basit türde, tek hücreli ve dikdörtgen planlı olarak inşa edilmişlerdi. Boyutları 8×3.2 m. civarındadır. İç bölünme ev halkının gereksinimine göre ayarlanmıştır, arada belirgin bir bölme duvarı da yoktur. Bölümler ya ince ahşaptan duvarlarla ya da tavan kirişlerine asılan halı ya da kilim gibi dokumalarla oluşturulmuştu. Uzun duvar üzerine açılmış bir kapıyla girilebilen evlerin tabanı topraktır. İçerde kiler bölümü ile ocak ve fırına yer verilmiştir. Kimi mekanlarda, tabandan 1 m. yüksekliğinde ince ışık açıklıkları bırakılmıştır. M.Ö. 6. yüzyılın ikinci yarısında Phrygia’da olduğu gibi, konutların duvarları dıştan boyalı kabartmalarla süslü, pişmiş toprak levhalarla kaplanmaya, çatılar da kiremitlerle örtülmeye başlanmıştı. Bunların yanı sıra saz dam örtüsü de tümüyle unutulmadı. Resimde görünen, ABD’li arkeologlar tarafından Sardeis ören yerine temsili olarak kurulan bir Lydia evinde, M.Ö. 6. yüzyılın ortalarında Ege Denizi kıyılarından Orta Anadolu ve Karadeniz kıyılarına değin bir modanın parçası olarak uygulanmaya başlanan süslemeler de bulunmaktadır.




Herodotos Lydler’i; “Asia’da hiçbir ulusun yiğitlik ve güçte bileğini bükemeyeceği uzun mızraklı süvariler” olarak tanımlamıştı. Ancak, Pers işgalinden sonra bu tanımlama değişti. Zevk düşkünü bir halk görüntüsü vermeye başladılar. Beyaz tenlerinin bozulmasından korkup güneşe çıkmazlar, safrandan yapılmış parfümler kullanıp altın simli elbiseler giyerlerdi. Aşık kemiği ve zar ile kumar oynamak çok yaygındı. Lydler’ce Sardeis’te ve çevre kentlerde çok sayıda eğlence merkezleri ile genelevler açılıp işletilmişti. Bu dönemde bu alanda da öncülüğü Lydler yaptı.

SARDİESTE ALTIN MADENİ İŞLETMECİLİĞİ VE PARA

Eskiçağlarda Lydia ve Lydler denince akla gelen ilk şey altın ve zenginlikti. Çünkü bu bölgede altın madenleri vardı. Bölgenin bu büyük potansiyeli ise ancak M.Ö. 7. yüzyılın başlarına doğru anlaşılabilmişti. Altın Sardeis kentinin içinden akıp Gediz Irmağı’na karışan küçük Paktolos (Sart) Çayı’nın alüvyonlarından sağlanıyordu. Efsanelere göre Paktolos Çayı bu özelliğini, dokunduğu her şey altın olan Phryg kralı Midas’tan almıştı. Tanrıların lütufu olarak bu özelliğe kavuşan Midas, sonuçta elini attığı ekmeğin bile altına dönüştüğünü görerek, açlıktan ölmemek için tanrılara yakarır. Bu özellikten kurtulmak ister. Dileği kabul edilen Midas’a, Sardeis’teki
Paktolos Çayı’na gitmesi ve bu suyun kaynağında yıkanması söylenir. Midas da bu söylenenlere aynen uyar ve altından arınır, ancak bu özellik Paktolos’a geçer.

Paktolos Çayı’ndan sağlanan bu zenginlik dillere destan olmuştu. Lydia kralları Didyma (Didim) Apollon, Ephesos (Efes) Artemis ve Delphoi Apollon (Delfi, Atina yakınlarında evrenin merkezi olarak kabul edilen tapınak) tapınaklarını altından yapılmış armağanlara boğmuşlardı. Herkes Sardeis’teki Lydia hazinelerinin ihtişamından söz ediyordu. Özellikle son kral Kroisos’un adı zenginlikle eşdeğer tutulmaya başlamıştı.

1. yüzyılda tümüyle tükenmiş olan bu alüvyal altın Lydler’ce önce cevher olarak elde ediliyor, sonra da atölyelerde arıtma işlemlerinden geçiriliyordu. Arkeologlarca Sardeis kazılarında bulunan atölyelerden biri tümüyle ortaya çıkarıldı. Atölyeler aşağı kentin batı sınırında, Paktolos Çayı’nın doğu kıyısı üzerinde kuruluydu. Burada 15-20 cm. çapında, içi kil ve kemik külü ile sıvalı 200-300 adet kupelasyon ocağı (altın ve gümüşü diğer metallerden ayrıştırma aracı) ile üfleçler ve körük ağızlıkları saptanmıştır. Pota yerine geçen bu ocaklarda cevherin içindeki yabancı alaşımlar çanaklama yöntemiyle kurşunla eritilerek arıtılmakta, böylelikle de elektron denilen beyaz altın elde edilmekteydi. Ancak altın ve gümüşün kolaylıkla belirlenen saflık derecesine karşılık elektronda bu işlem güçlükler çıkarıyordu. Sorunun çözümü Kroisos döneminde bulundu. Bu yeni yöntemde levha haline getirilmiş elektronun üzeri tuğla tozu ve tuzdan oluşan bir karışım ile örtülerek ısıtıldıktan sonra uzunca bir süre kor halinde bekletiliyordu. İşlem sonucunda gümüş tuzla birleşmekte, böylelikle de altından ayrışmaktaydı.

Paktolos Çayı kıyısındaki altın arıtma atölyelerinin çevresi taştan duvarlarla çevriliydi. Bunlardan birinin ortasında bir sunak (tanrılara adak için) vardır. Dört bir yanında, oturmuş aslan yontularının yer aldığı bu sunak yerel Ana Tanrıça Kuvava yani Kybele’ye ilişkin olmalıdır. Çünkü Kybele özellikle Anadolu’nun batı kesiminde aslanlarla birlikte gösterilen bir tanrıçadır. M.Ö. 6. yüzyıla ait bu sunak büyük olasılıkla altın işçilerinin de tanrıçanın gözetiminde kanıtıdır. Bunun yanında aslan bir yandan da Lydia kral hanedanının simgesidir. Böylelikle atölyelerin kraliyet ailesi denetiminde çalıştığı da söylenebilir. Lidya kralları ücretsiz işçilere, toprağa bağlı kölelere ve esirlere de sahiptirler.










Lydia’nın Anadolu’daki uygarlık mozaiğine katkısı daha çok ekonomi dalında olmuştur. Bu halkın insanlık tarihi ve kültürüne verdiği armağanlardan en ünlüsü, çağdaş ekonomilerin temelini oluşturan, devletin garantisi altındaki sikke yani parayı ilk kez kullanmış olmalarıdır. M.Ö. 7. yüzyılın ikinci yarısı içinde ortaya çıkan bu buluşun doğal sonucu olarak dünya ticaretinde değiş tokuş usulünün yerini para ticareti almış; böylelikle iş ve ticaret alanlarında yeni ve büyük gelişmeler olmuştur. İlk sikkelerin Sardeis’te kullanılmış olması muhakkak ki altın madenlerinin de burada olmasıyla ilgilidir. Para, bu soylu madenin etkili bir ödeme aracı olarak kullanılması çalışmalarının bir sonucu sayılabilir. Örneğin Lydia ordusundaki paralı askerlerin ücretlerinin ödenmesi gibi. Böylelikle asker ya da küçük üretici kazandığı değeri dilediği biçimde harcama olanağına sahip olmuştu.

İlk sikkeler elektron denen altın-gümüş karışımı bir maddeden yapılmıştı. Biçim olarak baklavaya benziyorlardı ve ilk zamanlar ön yüzleri düzdü. Sonra çizgili ve nihayet resimli sikkeler basılmaya başladı. Sikkelerin arka yüzünde daima bir, iki ya da üç adet derin dörtgen ya da üçgen çukurluk bulunur. Bu çukurluklar darphanedeki baskılar sırasında oluşmaktaydı. Resimli sikkelerin ön yüzlerinde daha çok krallığın arması olan aslan başı, pençesi ya da iki aslanın karşılıklı ön bölümleri yer alırdı. Kroisos döneminde gelişen teknoloji ile birlikte saf altın ve gümüş sikkeler de basılmaya başlandı. Sikke basımı için özel metal ön ve arka yüz kalıpları hazırlanırdı. Ön yüz kalıbı içine dökülen erimiş altın veya gümüş, bir örs üzerinde çekiç aracılığıyla arka yüz kalıbı aracılığıyla sıkıştırılarak basılı sikkelere dönüştürülürdü. Sardeis’teki ilk sikkelerden çok kısa bir süre sonra Miletos (Milet), Ephesos (Efes), Samos (Sisam) ve Khios (Sakız) gibi İon kentleri bu sistemi benimsediler. Yüz yıl gibi bir süre içinde para ekonomisi tüm eski dünyaya yayılmıştı.

Ticarete çok büyük ilgi duyan Sardeis halkı, paranın sağladığı olanakları iyi değerlendirerek Ege dünyasında küçük dükkan, halka açık gazinolar, hatta genelevlerin ilk sahibi oldular. Kentin doğudan ve batıdan gelen ticaret yollarını kesiştiği bir noktada olması ve altın madenlerinin varlığı halkın ticaret yaşamını pratik duruma sokacak buluşlar yapmasına neden oldu, herkesin satın alabileceği çeşitli ucuz malların üretilmesine yol açtı. Yeni evini aydınlatma isteyen bir baba Sardeis pazarından istediği sayıda lambayı satın alabilir, eşine incik boncuk armağan etmek için pazarın yolunu rahatça tutabilirdi.

LYDİA KRAL MEZARLARI “BİNTEPELER”

Lydia kralları ve yakınları, Sardeis kentinin 8 km. kuzeyinde, Marmara (Gygaie) Gölü’nün güney kıyılarındaki, bugün Bintepe denen özel bir mezarlıkta gömülmüşlerdi. Phrygler’de olduğu gibi, burada da ölen kişi önce bir mezar odasına yerleştiriliyor ve bunun üzerine topraktan bir tepe yığılıyordu. Gömülen kişinin önemine göre odanın üzerine yığılan toprak artıyor ya da azalıyordu. Tümülüs denen bu türde mezar anıtları Lydia bölgesinin çeşitli yerlerine dağılmıştır. Bunlar 5 m.den 15 m.ye değin değişen çeşitli yüksekliktedir; çapları 10 m. ile 40 m. arasında değişir.

Bintepe mezarlığında irili ufaklı 100 kadar tümülüs bulunmaktadır. Bunlardan muazzam boyutlarıyla diğerlerinden ayrılan üçünün krallara ilişkin olduğu sanılır. Sözgelimi en doğu uçtaki, 355 m.lik çapı ve 61 m.lik yüksekliğiyle Anadolu’daki benzerlerinin en görkemlisidir. Herodotos, bugün Kocamutaftepe denen bu mezarın Mısır ve Babil’dekilerden sonraki en büyük anıt olduğunu yazar ve kral Alyattes için yapıldığını bildirir. Mezar odasına doğrudan doğruya derin olmaya bir kapı geçidinden girilebilmektedir. Bu girişin, ölü gömüldükten sonra irili ufaklı kaya bloklarıyla doldurularak köreltildiği anlaşılmaktadır. Mezar odası 3,32×2,37×2,3 m. boyutlarındadır. Bu oda zaman zaman ağırlıkları 16 tona ulaşan, özenle işlenmiş mermerleşmiş kireçtaşı bloklardan örülmüştür. Taş işçiliği M.Ö. 7. yüzyılın sonları ve 6. yüzyılın başlarında Lydia’da gelişmiş bir taş blok işçiliğinin varlığını gösterir. Mezar odası soyguncular tarafından yağmalanmıştır. Bintepe’de şimdiye dek soyulmamış durumda hiçbir mezarlık bulunamamıştır.
Lydler Anadolu’ya Phyrgler’ce tanıtılmış tümülüs gömü geleneğini benimsemiş görünmekle birlikte olasılıkla Mısır etkileri sonucunda kimi farklı uygulamalara gitmişlerdir. Örneğin en başta mezar odaları ahşap yerine taştan inşa edilmişti ve genellikle düz damlıydı; mezar odasının önüne bir giriş ve kapı eklenmiş; son olarak da yığılan toprağın yanlara doğru kaymaması için tepenin çevresine krepis denen taştan bir duvar örülmüştür. Kimi küçük tümülüslerde, mezar odası yerine taş sandık oluşturulmuş, ceset buraya demir çivilerle süslü ahşap bir sandukaya konarak yerleştirilmiştir.; kimilerinde ise ceset doğrudan doğruya toprak bir çukura yatırılmıştır. Bintepe nekropolinde (mezarlık) tümülüslerin altındaki blok taşlarla örülü mezar odalarında yatan kral ve ailesine karşılık Sardeis’te yaşayan halk, Sart Çayı vadisinin özellikle batı yakasındaki yamaçlarda, çoğunlukla yumuşak kayalara oyulmuş mezar odalarına ya da basit çukurlara gömülmüşlerdir. M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren yapılmaya başlanan bu türde mezarlara daima bir dromos ile girilmekteydi. Kimi mezar odalarının girişleri basamaklar ve kabartmalı stellerle belirtilmiştir. Bunun üzerine küçük bir tümülüs olacak şekilde toprak yığılmıştır. Çoğu Lydia Krallığı sonrasında, Pers egemenliği dönemine ait bir, iki veya ender olarak üç odalı bu mezarlarda cesetler genellikle kayaya oyulmuş tekneler ya da ahşap mobilyaları taklit eden oyma bacaklı sedirler üzerinde giyinik olarak bırakılmıştır. Bu tür mezarlar bir aile için yapılmıştı ve bu yüzden de tekrar açılacak biçimde düzenlenmişlerdi. Sardeis ve civarı kazı alanında Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında Amerikalı bilim adamları tarafında 1154 mezar açılmıştır. Cesetleri yığma toprak tepelerin altındaki taştan odalara gömme adeti Lydia Krallığı’nın yıkılışından sonra da bir süre kullanılmıştır. Uşak Güre yakınlarındaki, “Karun hazinesi “ olarak adlandırılan zengin buluntularıyla ünlü İkiztepe tümülüsleri bu çağdan kalmadır. Lydler, Anadolu’daki diğer çağdaşları gibi, gömme töreni sırasında bir ölü yemeği hazırlamaktaydılar. Bunu için mezara yiyecek ve içecek bırakılmaktaydı. Cesetler mezarlara mücevher, parfüm ve ayna gibi kişisel süs eşyalarıyla gömülmekteydi. Yağmalanmamış çok az sayıda mezar bulunmakla birlikte, Lydler’in de mezarlara genelde silah bırakmadıkları anlaşılmaktadır. Bu Phrygler ile yakınlaşan bir uygulamadır. Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası kitabında Bintepeler için şu şekilde söz etmektedir; “Koloe (Marmara) gölünün civarında kralların anıtları bulunur. Sardeis’te Alyattes’in büyük tümülüsü vardır. Herodotos’a göre bu tümülüs, halkın ve çoğunlukla fahişelerin eseridir ve o ülkenin bütün kadınlarının fahişe olduklarını söyler ve bazıları Alyattes’in anıtına fahişelik anıtı demektedir.”



LYDİA’DA SANAT VE EL İŞLERİ

Lydia’da fildişi ve kemik oymacılığı gelişmiş olmalıydı. Ünlü ozan Homeros bile Lydia’nın fildişi oymalarından övgüyle söz etmiştir. Ancak bugüne kadar Sardeis kazılarında, bir mezarda bulunmuş küçük bir baş dışında, çok sayıda fildişi esere rastlanabilmiş değildir. Yanakları üzerinde bir çift hilal kazılı ve kulaklarında Lydia türü büyük halka küpeler olan bu baş olasılıkla ay tanrıçası Artemis’e hizmet eden bir rahibeye aittir. M.Ö. 7. yüzyılın ikinci yarısı içinde ve 600 yıllarında Batı Anadolu’da etkin olan en azından bir ve belki de iki fildişi atölyesinin varlığı, Ephesos Artemisionu’na sonulmuş adak heykelcilikleri ile Elmalı yakınlarındaki Bayındır tümülüsleri ve Gordion’da bulunmuş olan heykelciklerden anlaşılmaktadır. Bir çoğu işlemeli Phryg kumaşlarıyla yapılmış yerli Anadolu giysileri giyen bu figürlerin gülümseyen yüzleri ve uzun bademe benzer gözlerinde İon özellikleri sezilebilmektedir. Buna karşılık dış hatlarda Lydia tarzında yumuşak çizgilerle sınırlandırılmıştır. Özellikle Elmalı-Bayındır’da (D Tümülüsü) bulunmuş olan iki çocuklu kadın heykelciği İç Batı Anadolu-Lydia özelliklerine sahiptir. Biri ellerinde Phryg türü çanak ile yonca ağızlı testicik tutan Ephesos Artemisionu’nda bulunmuş kimi rahibe heykelcikleri ise iki parçalı giysileri ile Samos ve belki de Ephesos etkilerini taşır. Bunlar, İon etkisinin daha yoğun hissedildiği farklı bir atölyenin ürünleri sayılabilir. Sardeis’te M.Ö. 7. yüzyılın sonları ya da 6. yüzyılın başlarında hayvan biçiminde eserler üreten ilginç bir göçebe kemik oymacılık atölyesinin varlığı da bilinir.

Altın ve gümüşün bolca bulunmasıyla ilişkili olarak gelişmiş dallardan biri de kuyumculuktu. Lydia’lı kuyumcuların başarısı öncelikle kralların kutsal alanlara gönderdikleri altın ve gümüşten armağanları anlatan Herodotos’un satırlarında görülebilir; ancak ne yazık ki bunlar günümüze değin ulaşamamışlardır. Buna karşılık Uşak müzesine sergilenen Karun hazineleri bu konuda fikir verebilecek kalitededir. Her ne kadar Lydia Krallığı’nın yıkılışından hemen sonraya ait olmakla birlikte, bu eserlerin bir bölümünün Pers beğenisine göre, Lydia’lı kuyumcular tarafından Paktolos altınlarından yapıldığı kuşkusuzdur. Ayrıca Sardeis’li kuyumcuların başarısı mezarlara bırakılmış armağanlardan da izlenebilir. Bunlar arsında ölü giysilerini süsleyen baskı kabartma bezekli küçük levhalar, rozetler, düğmeler ve altın şeritler önemli yer tutarlar. Lydia halkı süs eşyası olarak küpeye çok düşkündü. Bu düşkünlük özellikle süvariler arasında da yaygındı. Bu yüzden Sardeis kazılarında 50 altın küpe ile küpe dökümünde kullanılan taş kalıplar bulunmuştur. Bunlardan koç biçimli bir küpe çok ilginçtir. Bu ve bunun gibi altın eserler Lydler’in altın işçiliğinde çok yüksek beceri ile basitliğini yitirmiş köklü bir geçmişe dayanan çalışmaları olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yanında, M.Ö. 6. yüzyılın ilk yarısı içinde cam boncuk ve dağ kristalinden ziynet eşyaları üreten yerli atölyeler de bulunuyordu.

Lydler’de dokumacılık çok gelişmişti. Burası yün boyacılığının merkezlerinden biri olarak kabul ediliyordu. En sevilen renk erguvan rengiydi. Başkent Sardeis önemli bir tekstil sanayi merkeziydi. Burada dokunan göz kamaştırıcı renklerdeki halılar Pers krallarının saraylarını süslemekteydi. Bunun yanında altın sim işlemeli kumaşlar ve ten renginde transparan ketenler eski dünyanın tanınmış ürünleri arasındaydı. Sardeis’teki kazılarda bulunan çok sayıdaki dokuma tezgah ağırlığı bu daldaki etkinliğin kanıtıdır.

Lydia çok erken dönemlerden başlayarak batıdaki İonialı komşularıyla sıkı ilişki kurmuşlardı. Bu ilişki çömlekçilikte de açık bir biçimde izlenebilmektedir. Örneğin M.Ö. 7. yüzyıl öncesinde Lydia’da Yunanlılara özgü Proto-Geometrik ve Geometrik türde bezemeli kaplar kullanılıyordu. Bunun yanında, yöreye has eski bir tür olan metalik gri renkli çömlekler ile kırmızı zemin üzerine siyah renkte boyalı motifler içeren seramikler de üretiliyordu; ancak bunların kullanımları yüzyıllar içinde giderek azaldı. M.Ö. 7. yüzyılda Yunanlılar Doğu ülkeleriyle kurdukları ticaret ilişkileri sonucu doğulu motiflerin üstün olduğu bir çömlek bezeme türü geliştirdiler. Orientalizan olarak adlandırılan bu yeni biçem Lydia’da da kısa zamanda benimsendi. Bu tür bezeme kapların yüzeyi genellikle açık renk astar üzerine kırmızımsı bir boya ile yapılmış, otlayan yaban keçileriyle süsleniyor; aslan, yaban domuzu, sfenks ve kuşlar da öteki motifleri oluşturuyordu.

M.Ö. 6. yüzyıla gelindiğinde Lydia’lı çömlekçiler daha bağımsız çalışmaya ve kendi stillerini geliştirmeye başladılar. Eskiden biçim yönünden de Yunan beğenisine bağlı kalan çömlekçiler tümüyle kendilerine özgü bezeme ve kaplar yapma yolunu tuttular. Örneğin kayık ve ördek biçimli kaplar bu yeni çalışmaların ürünüdür. Bu sanat dalının Lydia’ya özgü biçimi, bölgenin ünlü krem ve bakkaris adlı parfümlerini dünyaya yayma amacıyla yapılmış lydion denen vazocuklarıdır. Konik bir altlık üzerine yükselen, bazen yatay oluklarla süslenmiş bu türde vazocuklar eski dünyanın pek çok yerine ulaşmıştır. Bu yüzyılda çanak çömleklerin boyanmasında Lydia özellikleri egemen olmuştur. Sarı, beyaz ya da turuncumsu astar üzerine fırça oyunlarıyla damarlı mermer görünümü uyandıran dalgalı kuşaklar ya da yine aynı teknikle buklemsi motifler yapılmaya başlanmıştır. Kraliyet sarayının esini ile geliştirilmiş ve fakat hiçbir zaman halka mal olmamış bu türde bezemeli kaplar ve lydionlar fazla uzun ömürlü olmamış, M.Ö. 500 yıllarında yani krallığın çökmesinden kısa bir süre sonra kullanılmaz duruma düşmüşlerdir. Lydia çömlekçiliği komşu Phryg ve Doğu Yunan çömlekçiliğine kıyasla çok sönük bir gelişim göstermiş, hiçbir zaman çarpıcı bir yapıya bürünememiştir.








Lydia Doğu ve Batı dünyaları arasındaki konumu yüzünden eşsizdir. Yunanlılarla yüzyıllarca sıkı bir kültür alışverişi içinde bulunmuş olması nedeniyle onlara çok şey borçlanmış, bunun yanında kendi özgün niteliklerini de yitirmeden ilginç bir kültür sentezi yaratma başarısını göstermiştir. Yunan ve Yakındoğu ilişkilerinin bir araya gelip, karışıp kaynaşmış olması Lydia kültürünün en tipik özelliğidir.

LYDLERDE AİLE YAPISI

George Thomson, Tarih Öncesi Ege I kitabında; “Lydler’de de, Etrüskler gibi küme evliliğinin bir kalıntısı diyebileceğimiz evlilik öncesi rasgele cinsel ilişki vardı’ diye söz eder. Ayrıca, ‘Etrüskler anaerkil olarak bilinirler; bu da göç döneminde Lydia’lıların da anaerkil olduklarını getiriyor. Üç Lydia sülalesinden söz edilmektedir: Atyadlar, Herakleidler, Mermnadlar. Sonuncusu, yani Mermnadlar, Kroisos’un soyudur. Soyağaçları ne denli karışık olursa olsun, gene de Mermnadlar’dan Sadyattes’in kız kardeşiyle evlendiğini, Sadyattes’in oğlu ve kalıtçısı Alyattes’in de aynı şeyi yaptığını gösteriyorlar bize. Herodotos, bir önceki sülalenin babadan oğla hüküm sürdüğünü söyleyerek bunlarda kalıtın baba yanlı olduğunu ortaya koymaktadır; ama, bu olgudan kuşku duymamız için hiçbir neden olmamakla birlikte, Herodotos’un buradaki araştırması bazı sonuçlara açıktır. Bu amaçla düzenlenmiş olduğundan, bacı kardeş evliliği de ardıllığın babadan oğla aktarılması ile sonuçlanır. Ama bacı kardeş evliliği, kökeninde, ana yanlıdır; Oğul doğrudan doğruya anadan kalıt alır. Dolayısıyla, Herakleidler’in de Mermnadlar ile aynı kuralı izlemiş oldukları olasıdır; aslında olasılıktan da ileri bir durumdur bu, çünkü Herodotos’un anlattığı geleneğin değiştirilip bozulmuş olmasından kuşkulanmamızı gerektiren nedenler vardır. Herodotos’a bakılırsa, sülalenin kurucusu Herakles’in, Iardanos’un Lydia’lı bir köle olan kızından olma oğluydu. Burada, Sophokles’in ve öbürlerinin yorumlarından çarpıcı bir ayrılma göze çarpmaktadır. Eurystheus’un köle olarak sattığı Herakles’i, Iardanos’un kızı Omphale satın alır; Omphale ise bir köle kız değil, bir kraliçedir ve kocasının ölümünden sonra tek başına saltanat sürmüştür. Bu öyküdeki Lydia’lı Herakles, Etrüsklerdeki Servius Tulluis’tir.” (Servius Tulluis, Roma’da tahta çıkan ikinci Etrüsk kökenli kraldır, M.Ö.578-M.Ö.535 yılları arasında Roma’nın altıncı kralı olarak saltanat sürmüştür) Özet olarak; Lydler kız kardeşler ile evlilik yapılan, evlilik öncesi cinsel ilişkinin yaygın olduğu, anaerkil özellikler gösteren bir aile düzenine sahiptiler.

LYDİA KRALLIĞININ YIKILIŞI SONRASINDA ANADOLU

Anadolu yarımadasının batı bölümünde, Phrygler ve Lydler’in yanında, çoğu Luvi kökenli farklı diller konuşan farklı halklar da bulunmaktaydı. Her biri Tunç Çağı’ndan beri bu bölgede yaşayan bu yerliler arasında; Karlar, Lykler (Termiller), Pisidialılar, İsaurialılar, Lykaonilılar, ve Paphlagonialılar en tanınmışlarıdır. M.Ö. 2. bin yılda Karlar Karşika, Lykler ise Lukka olarak anılmaktaydı. Etkili birer devlet kuramamış bu halkalar bir takım soylu ailelerce yönetiliyorlardı. Tüm Anadolu halkları M.Ö. 547/546 yılından sonra ardı sıra Pers İmparatorluğu’nu tanımak zorunda kaldılar. Lydler gibi binlerce yıldır özgür yaşamış, özgün uygarlıklar yaratmış Anadolu halkları bir gün gelip esaretle tanıştı. Kendinden olmayan uzaklardaki bir devletin egemenliği altına girdi. İran egemenliği Anadolu insanı için yeni bir dönüm noktasıdır. Böylelikle tarihöncesi dönemlerden beri başlayıp Hitit İmparatorluğu ile doruğa ulaşan, Demir Çağı’nda ise giderek biçimlenip kurumlaşan bağımsız yerli krallıklar, güçlü yönetimler ve yerel kültürler dönemi son bulmuş oluyordu. Bundan böyle bu toprakların yönetiminde eski Anadolu düşüncesi yerini, kendinden olmayan yabancılarınkine bırakmak zorunda kalacaktı. Sırasıyla İranlılar, Makedonialı Büyük İskender ve generalleri ile Romalılar yarımadanın kaderini belirleyen yeni efendiler olarak ortaya çıkacaklardır.

Akhaimenid sülalesi yönetimindeki İranlıların 200 yılı aşkın egemenliği süresince, Anadolu yarımadasının ürettiği her türlü zenginlik Doğu’ya, Susa ve Persepolis gibi başkentlere akmaya ya da yönetici olarak burada yaşayan soylular arasında paylaşılmaya başlandı. Pers Büyük Kralı’na bağımlı olan Anadolu soyluları kendi gelenek ve göreneklerini yitirerek gitgide birer Doğulu hükümdar gibi yaşamaya, giyinmeye, hatta yemeye içmeye başladılar. Güney Pontos ve Kappadokia bölgeleriyle Batı Anadolu’daki kimi yöreler tümüyle İranlaştı. Ege kıyılarından Orta Anadolu’ya doğru ilerleyerek Mazaka-Kaisareia (Kayseri), Melitene (Malatya), ve nihayet Ergani-Maden geçidi ile Amida (Diyarbakır) üzerinden Güney İran’a uzanan ünlü kral yolu boyunca, daha çok Büyük Kral’ın orduları ve Doğu’ya mal taşıyan kervanlar gidip gelmeye başladı. Batı’nın zenginlikleri Doğu’ya, Doğu’nun şatafatı, lüks anlayışı da Batı’ya akıyordu, yapılan her sefer ile. Sömürülüyordu Anadolu halkları. Özgün, dinamik ve yaratıcı uygarlıklar dönemi giderek son buluyordu.



(MİTLER, EFSANELER)

Herodotos (Halikarnassoslu Herodotus, D: M.Ö. 484, Halikarnas, bu günkü Bodrum- Ö: M.Ö. 425), M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan Yunanlı tarihçi ve antik yazardır. Tarihin babası olarak anılır. Gezilerinde gördüğü yerleri ve insanları anlattığı, Herodot Tarihi olarak bilinen eseriyle tanınır. Eserinin esas konusu, Persler ve Yunanlar arasında yapılan Pers Savaşları’dır (M.Ö. 492-449). Herodotos eserlerini söylencelerle yoğurarak oluşturmuştur.

ALTIN AKAN PAKTOLOS

Gökyüzü maviden griye dönene kadar kah ağaçlarla konuşa konuşa, kah dans ederek ilerlediler. Bölgenin üzümlerinden yapılmış şaraplarının sonu gelmiyordu. Lydia’nın dağlarında yorgun düşen yassı burunlu, koca göbekli, çirkin ve yaşlı Silenos, işte yine körkütük sarhoştu. Bir ağacın altına kıvrılıp sızdığında arkadaşları gözden kaybolmuştu bile.

Silenos, sıradan biri değildi; şarap ve dansla özdeşleşen Dionysos alaylarının simgesiydi, Dionysos tanrıyı yetiştirdiği söylenirdi ve en önemlisi akıllı, bilge bir Satyr’dı. (Satyr; Grek söylencelerinde, Tanrı Dionysos alayında yer alan ve doğayı simgeleyen cin). Yani bedeninin üstü insan, altı teke olan bir doğa cini.

Onu bulan köylüler sıkıca bağlayıp Kral Midas’a (Frigya, Phrygia Kralı) götürdüler. Midas onu görür görmez tanıdı, on gün on gece sarayında ağırladı, yedirdi içirdi. Sonra da tanrının huzuruna getirdi. Midas’ın Silenos’u himaye etmesine çok sevinen Dionysos, “Dile benden ne dilersen” dedi krala. Frigya Kralı bir an düşündükten sonra “Her dokunduğum altın olsun” dedi.

Pişman olunca da (tuttuğu yiyecekler bile altına dönüşünce) Dionysos tanrının karşısına çıktı, yalvardı, yakardı. Tanrı ona “Sardeis’e git” dedi, “Paktolos Çayı’nın kaynağına çık ve burada ellerinle başını yıka.” Tanrının dediğini yaptı ve bütün efsunundan sıyrıldı. O gün bu gündür Paktolos’un (Sart Çayı’nın) alüvyonları altın pulları sürüklüyor.

OMPHALE-HERAKLES SÖYLENCESİ

“Lydos, Lidya kralı dağ tanrısı Tmolos’un dul karısı Omphale ile Herakles’in oğludur. Mitolojik kahraman Herakles (Herkül), kral Eurytos’un kızı İole’yi armağan olarak koyduğu yarışı kazanır. Ancak kral sözünü tutmaz ve kızını yarışı kazanan Herakles’e vermez. Herakles öfkelenir, kralın oğlu Iphitos’u öldürür. Sonra pişmanlık duyar ve bu suçundan arınmak için ne yapması gerektiğini Delphoi’deki kâhinlere (bilicilere) sorar. Apollon tapınağının bilicileri, kendisine üç yıllık kölelik cezası verirler. Herakles kabul eder.

Kendisini Omphale satın alır. Omphale, güçlülüğün simgesi bu kahramanı kadın kılığında gezdirir; elinden aslan derisi giysisini ve lobutunu alır ve iplik büktürür. Buna karşın Herakles, yine de Lidya ülkesini devlerden, haydutlardan ve düşmanlardan kurtarmıştır.

Dul Omphale, bu güçlü adama âşık olur ve birlikte yaşarlar. Herakles, Amazonlarla yaptığı savaşı kazanır. Öldürdüğü Amazon Kraliçesinin silahları arasından aldığı ikiyüzlü baltayı hizmetine girdiği Omphale’ye sunar.

Çift yüzlü balta “şimşek” simgesidir. Bu balta, Omphale’den sonra tahta çıkan Heraklid’lere geçer.

Son olarak Karia’lı Arselis öldürdüğü kraldan aldığı baltayı Mylasa’ya götürüp Tanrılar tanrısı Zeus’a verir.”

CANDAULES-GYGES VE KARISI SÖYLENCESİ

“Kral Candaules karısına sapkınlık derecesinde sevdalıydı, dünyanın en güzel kadınının kendi karısı olduğunu sanıyordu.

Candaules, bir gün koruması ve sırdaşı Gyges’e şöyle dedi;

“ Gyges karımın ne kadar güzel olduğunu söylediğim zaman pek inanır gibi görünmüyorsun, o halde onu bir de çıplak gör.”

Gyges hemen karşı koydu;

”Efendim dedi, ne yakışıksız bir şey yapmamı istiyorsunuz. Efendimin karısı çıplak seyretmek olur mu? Bir kadın üstünü çıkardı mı ahlakından soyunmuş olur. İnsanoğlunun namus kurallarını bulmasından bu yana çok zaman geçmiştir, bunlardan öğrenilmesi gereken bir tanesi de ‘ yalnız senin olana bak’ şeklindedir. Tüm kadınlar arasıda en güzel olanın senin karın olduğuna inanıyorum ve yalvarırım, benden bu kadar ağır bir suç işlememi isteme.”

Candaules, Gyges’in yalvarmalarına kulak asmaz; gizlice yatak odasına alır. Karısının soyunmasından sonra odadan çıkıp gitmesini emreder. Ancak karısı soyunurken, Gyges’i yatak odasında gizlendiği yerde görür. Bu planı kocasının tertiplemesine içerler ve sesini çıkarmaz.

Kraliçe ertesi günü hizmetçisine Gyges’i çağırmasını söyler. Huzuruna gelen Gyges’e iki yol önerir; Ya kendisi ölecektir ya da Candaules’i öldürecek, hem kendisine hem de taht’a sahip olacaktır.

Gyges doğal olarak ikinci öneriyi kabul eder.

Kraliçe, kralın aynı teklifi yaptığında Gyges’in kabul etmesini, sonra saklandığı yerden çıkıp kocasını öldürmesini söyler.

Candaules ise fantezisini yineler, yatakta uyumaya başlayınca karısı yataktan kalkar ve Gyges’in eline bir hançer verir. Gyges, Kral Candaules’i öldürür ve Heraklid hanedanına son verir”. (Kralın bu fantezisi günümüz Tıp bilimi yazımlarına “Candaulizm sapkınlığı” olarak geçmiştir.)

CROESOS (KROİSOS) VE SOLON SÖYLENCESİ

“Şahin krallar döneminin sonlarında Sardeis zenginliğin doruğuna çıkmıştır. Bu dönemde çağın tüm bilginleri, siyaset adamları, seçkinleri Sardeis’i ziyaret edip Croesos’la görüşüyorlardı.

Atina’da yaptığı yasaların değişmezliğini şart koşan Solon* da yasalarının değişmemesini güvence altına almak amacı ile bir süre Atina’dan ayrılmağa karar verince on yıllık bir geziye çıkar ve bu arada Sardeis’i de ziyaret eder. Croesos, dillere destan konukseverliği ile Solon’u karşılar ve ağırlar. Birkaç gün sonra, gelişinin üç veya dördüncü günü, sarayının ünlü ve görkemli hazinelerini gezdirir.

Sardeis’i, sarayını ve yaşamını mümkün olduğunca abartarak gösterdikten sonra Solon’a sorar;

’Atinalı dostum! Bilgeliğiniz ve bilgileriniz konusunda çok şey duydum. Çok gezdiğinizi de biliyorum. Onun için size bir soru soracağım. Dünyada gördüğünüz en mutlu insan kimdir?’

Solon, bu soruya duraksamadan yanıt verir;

‘Atinalı Tellus adında bir adam!’

Croesos aldığı yanıt karşısında şaşırır ve ‘Neden?’ diye sorar:

Solon, ‘İki nedenden, birincisi; yaşadığı zaman zengindi ve iyi yetişmiş oğulları vardı; ikincisi iyi bir hayat yaşadıktan sonra şanlı bir şekilde öldü’ der.

Croesos, bunun üzerine ikinci mutlu adamı merak eder. Solon yine Croesos’un beklediği yanıtı vermez:

‘Argos’lu iki genç adam,’ der.

‘Adları Kleobis ve Biton’du. İyi gelirleri vardı. Atletizmde şöhrete kavuşmuşlardı. Argoslular Hera festivalini kutlarken, annelerini de öküz arabası ile götüreceklerdi. Öküzlerin tarladan gelmesi gecikince kendilerini annelerinin arabasına koştular, altı kilometre uzaklıktaki tapınağa kadar annelerinin arabasını çektiler.

Tapınağın önünde toplananlar onları ve annelerini coşkuyla kutladılar. Kutlamadan sonra iki genç tapınakta uyuya kaldılar ve bir daha da uyanmadılar. Argoslular onların heykellerini yaptırdılar ve Delphoi’ye gönderdiler.

Croesos, artık dayanamaz almak istediği yanıt için açıkça sorar;

‘Bunların hepsi iyi ama benim mutluluğuma ne dersin? Benim durumum o kadar kötü mü ki beni sözünü ettiğin sıradan kişilerin içinde bile saymadın?’

Solon, bilgeliğine yakışan yanıtı verir;

‘Efendimiz, tanrının varlıklı insanları kıskandığını ve onları rahatsız etmekten hoşlandığını biliriz. Siz bana bir insanın kaderi için soru soruyorsunuz. Öyle ise dinleyin;

Ömür uzayıp gittikçe insan, başka türlü olmasını istediği çok şey görür ve çok acı çeker. İnsanın yaşadığı günlerin hiçbiri diğerine benzemez. Bu yüzden Croesos, hayatın nasıl rastlantılara bağlı olduğunu görüyorsunuz.

Çok zenginsiniz, sayısız uluslara hükmediyorsunuz ama mutluluk içinde öldüğünüzü öğrenene kadar bana sorduğunuz soruya cevap vermem mümkün değil.

Pek çok zengin adam talihsizdir ve yeterli geliri olan adam da şanslıdır. İkincisi iki bakımdan zengin adamdan daha iyi durumdadır.

Ölene kadar mutlu kelimesini kullanmaktan kaçının. O güne kadar mutlu değil talihli bir insansınız. Çünkü mutlu insan, iyi şeylerin çoğuna sahip olan ve bunları sonuna kadar koruyabilen ve sonunda sakin bir şekilde ölen insandır.

Hangi konuda olursa olsun içinden piliç çıkana kadar tüm yumurtaları tavuğun olarak hesaba katma!’”

* Solon; M.Ö. 640-559’da yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şair.

CROESOS’UN OĞLUNUN ÖLÜMÜ

“Croesos (Kroisos), rüyasında oğlunun başına büyük bir felaket geleceğini gördü. İki oğlu vardı. Babasının övgüsünü kazanmış çok yönlü büyük oğlu Atys ve adını bile bilmediğimiz, anadan doğma sağır ve dilsiz ikinci oğlu.

Babası rüyasında Atys’in demirden yapılmış bir silahla öleceğini görmüştü. Bu rüyadan sonra orduya komutanlık yapan oğlunu hiçbir savaşa göndermediği gibi, demir silahları depolara kaldırttı.

Atys’i evlendirme hazırlığı yaptığı günlerde saraya, Frigya kral ailesine mensup bir genç geldi. Ülke yasalarına göre kendisinin adam öldürme suçundan arındırılması için sarayda hizmetkârlık yapması gerekiyordu (Aynı durum Omphale ve Herakles olayında da vardır).

Croesos, Adrastos isimli bu gencin isteğini geri çevirmedi, onu saraya aldı ve Adrastos, Atys’in yakın dostu oldu. Bu sırada Mysia topraklarındaki Olimpos dağında canavar bir yaban domuzu ekili arazileri talan etmekte ve hiç kimse bu domuzun hakkından gelemiyordu. Köylüler Kraldan yardım ister. Kral da Adrastos’u bu işle görevlendirir.

Köylüler kraldan oğlu Atys’in bu işle ilgilenmesini istemişlerdi. Ancak kral, oğlunun yeni evlendiğini öne sürerek görev vermekten kaçınır. Olayı öğrenen Atys, üzülür ve babasına;

‘Bir zamanlar benim büyük bir savaşçı olmamı isterdin. Şimdi ise beni korkaklıkla suçlamasanız bile bu tür uğraşlara katılmama izin vermiyorsunuz. Herkes hakkımda ne düşünecek? Karım ne diyecek? Bir düşünün ve niçin göndermediğinize beni inandırın!’

Bu zor durum karşısında kalan Croesos, oğluna gerçeği anlatamamaktadır ve göndermeye de gönlü razı değildir.

Ancak Atys ısrar edince, rüyasını anlatır ve;

‘ Yaşadığım sürece seni korumaya kararlıyım. Sakat ve zavallı kardeşini hesaba katmadığım için sen benim tek oğlumsun’ der.

Buna karşın Atys, babasına;

‘Karşılaşacağım şey bir yaban domuzudur. Yaban domuzlarının boynuzlarından başka bir silahı yoktur ve boynuz demirden yapılmış bir şey değildir. Bu sıradan bir avdır ve ben gitmekte ısrarlıyım’ der.

Kral bunun üzerine Adrastos’u çağırır, Atys’i ona emanet eder.

Adrastos;

‘Normal bir zamanda ben böyle bir macerada görev almazdım. Şüphe altındaki bir adamın kendinden daha talihli kimselerle birlikte olması doğru değildir. Ancak, ben size minnet borçluyum ve bu borcumu da oğlunuzu koruyarak ödeyeceğim’ der.

Böylece yola çıkarak ava katılırlar.

Av sırasında Adrastos’un attığı mızrak Atys’e isabet eder ve rüyadaki gibi, Atys demir bir silahla ölür.

Bu olaydan sonra adeta yıkılan Croesos, Adrastos’un çektiği üzüntüyü gördü ve tüm acısına rağmen onu bağışladı; ama Adrastos kendini affetmedi ve Atys’in mezarı başında canına kıydı.”

CROESOS’UN YAKILMA SÖYLENCESİ

“Perslerin Sardeis’i alması sonucunda Croesos tutsak düşmüş ve Pers kralı Cyrus’un buyruğuyla yakılmak üzere odun yığının üzerine yerleştirilmişti.

Kral ateşin yakılmasını beklerken inlemektedir. Bu sırada “Solon, Solon… Ah! Solon” diye sözler dökülmüştür dudaklarından. Cyrus merakla ne demek istediğini sormuş. Croesos;

“Bir zamanlar Sardeis’e gelip zenginliğimle alay eden bir Atinalı; Gerçek mutluluğun, mutlu bir yaşantıyla değil, mutlu bir sonla ölçülebileceğini söylemişti” diye Solon’la arasında geçen öyküyü anlatır.

Bundan çok etkilenen Cyrus, Croesos’un hemen odun yığının üzerinden indirilmesini emretti. Ancak alevler iyice yükseldiğinden, Croesos’a kimse ulaşamıyordu. Bunun üzerine Pers kralı Cyrus, tanrı Apollon’a seslenerek Croesos’u her yanı sarmış alevlerden kurtarmasını diledi. İşte o zaman mavi gökyüzünde bir fırtına kopmuş ve şiddetli bir sağanak yağmur ateşi söndürmüştü“.

Herodotos’a göre; fırtına tanrısı Apollon, Croesos’un Ephesos’taki (Efes) kendisi adına yapılmış tapınağı onardığı için bir fırtına koparmış ve ateşi söndürmüştü (Söz konusu Croesos’un yakılma sahnesi daha sonra Lydia’lı sanatçılar tarafından seramik vazolar üzerine resmedilmiştir. Bir örneği Paris, Louvre müzesindedir).

Söylenceye devam edelim;

Cyrus, odun yığınının üzerinden indirilen Croesos’a sorar;

“Söyle Croesos, dostum olacağın yerde, ülkeme savaş açarak düşmanım olmaya seni kim zorladı?”

Croesos yanıtlar;

“Seninle savaşmam için Delphoi’deki biliciler ve Hellas (Yunan) tanrıları bana cesaret verdi. Tüm kusur onlarındır. Yoksa kimse barış yerine savaşı seçmek aptallığına düşmez.

Barışta oğullar babalarını, savaşta ise babalar oğullarını gömerler”

Bu içten davranış ve sözlerden çok etkilenir ve Croesos’un zincirlerini çıkartır, saygı ile yanına oturtur.

Cyrus;

“Siz bir kralsınız ama hem davranışlarınızla hem tavsiyelerinizle bana hizmet ettiniz. Bunun karşılığını vermek isterim, ne dilerseniz dileyin isteğiniz yerine getirilecektir” der.

Croesos;

“Yüce Cyrus, bana taktığınız ve sonra lütfedip çıkardığınız bu zincirleri, izin verirseniz çok saygı duyduğum Hellen mabedi Delphoi’ye gönderip, insanları niçin yanlış yola yönlendirdiklerini öğrenmek isterdim”.

Cyrus, Croesos’un bu isteğini yerine getirir, Zincirler Delphoi’ye, tapınağa gönderilir. Bilicilere sorulur;

“Croesos’u, kral Cyrus’u yeneceğine inandırarak, Persler ülkesine utanmadan niçin saldırttınız?”

Biliciler şu yanıtı verirler;

“Tanrılar da kaderin oyuncağıdırlar. Croesos’un dedelerinin işlediği cinayetin bedelini beşinci kuşak olan Croesos ödemiş olmaktadır” (Burada biliciler Gyges’in iktidarı ele alış şeklini ve o zaman söylenen kehaneti hatırlatıyorlardı).

Biliciler devam ettiler;

“Tanrılar, Sardeis’in düşmesinin Croesos’un değil, oğlunun zamanında olmasını istiyordu. Bu amaçla kader oyalanmaya çalışıldı ama başarılamadı. Ancak Croesos’a üç yıl süre sağlanabilmiştir.

İkinci olarak; Tanrı, Croesos’u odun üzerinde yanmaktan kurtarmıştır.

Diğer yandan Tanrı ona; “Cyrus’a saldırırsa, güçlü bir imparatorluğun yıkılacağını” söylemişti. Croesos bunu yanlış anlamışsa tanrıya yeniden sormalıydı.

Gyges zamanından beri devletlerinin bir katır tarafından yıkılacağı biliniyordu, bunda da bir yanlışlık yoktur. Zira Cyrus’un annesi Med’li kral Astyages’in kızıydı, babası ise bir Pers’lidir. Yani iki ayrı soydan geldiği için tanrının katır benzetmesine uymaktadır.”

KAYNAKÇA

1) “Antik Numismatik ve Anadolu (Arkaik ve Klasik Çağlar)” Oğuz Tekin, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 1992

2) Anadolu Büyük Uygarlıklar Ansiklopedisi, “Eski Anadolu ve Trakya ‘Başlangıcından Pers Egemenliğine Kadar’ “, İletişim Yayınları, 2003

3) Türkiye, Peter Holmes, Shell Türkiye, 1988

4) Antik Anadolu Coğrafyası (Geographika, XII-XIII-XIV), Strabon, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 1993

5) ‘Eski Yunan Toplumu Üzerine İncelemeler’ Tarih Öncesi Ege I, George Thomson, Payel Yayınları, 1988

6) Herodotos Tarihi

7) Homeros İlyada

8) Çeşitli WEB siteleri;

Arkeoloji Dünyası;

http://www.arkeolojidunyasi.com/bolgeler/lydia.html

Aktüel Arkeoloji;

http://www.aktuelarkeoloji.com/index.php?call=Gallery&gc=Pictures&CatID=114

Sardessalihli.blog;

http://sardessalihli.blogcu.com/sardes-paranin-icadina-ev-sahipligi-yapan-kent/6895247



9) Fotoğraflar; Aslı Tosuner, Alpaslan Güzeliş, Levent Tunay, İletişim Yayınları           

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KARAKEÇİLİ YÖRÜK AŞİRETİNİN TARİHİ

Bir milletin kültürü,geçmişinden süzülüp gelen maddi ve manevi değerlerin bütününden meydana gelir. Büyük Türk milletinin tarihi dünya tari...