7 Haziran 2018 Perşembe

SÜMERLER BÜYÜ- TIP

Her konuda olduğu gibi bu konuda da ilk yazılı belgeler Sümerlerden geliyor. Onlar 4500 yıl önceden hastalıklara ve ilaçlara ait belgeler yazmaya başlamışlardır. İki yüz yıldan beri yapılan kazılardan çıkarılmakta olan binlerce tablet arasında doktorluk ve ilaçlarla ilgili bir hayli belge bulundu. Yalnız bunların hemen hepsi Sümerlerin siyasi hayattan çekildikleri zamana ait Akad dilinde yazılmıştı. Büyük bir kısmı da Asurbanipal kitaplığından çıkmıştı. Fakat bunlarda kullanılan maddelerin ve tıp terimlerinin Sümerce olması, bunların ya Sümerler tarafından yazılanların bir kopyası veya onlardan esinlenerek yazılmış olabilir.1 Sümerler de ilkel topluluklarda olduğu gibi hastalıkların, gözlegörülmeyen varlıkların, cinlerin bedene girmesinden ileri geldiğine inanıyordu. Bu fena cinlerin vücuttan atılması için bir taraftan sihir/büyü yapılmış, bir taraftan da doğal maddelerden yapılmış ilaçlar kullanılmıştır. Hastalıkların olduğu gibi büyünün koruyucu tanrısı vardı ve o bilgelik ve su tanrısı Enki idi. Sümer inanışına göre Enki, tanrıların sırlarını ve öteki dünyaya giden yolları bilen, ruhları kontrol edebilen, aynı zamanda ilk yazıyı yazandır. O insanların yardımcısı, güzel sanatların koruyucusu, güzel söylemenin ustası, her var edilen nesneye ad koyandır. Enki Sumer’in evrensel yasaları olan me’leri korur ve Abzu denilen dipsiz kozmik bir suyun içindeki köşkünde oturur. Kazılardan Enki’nin yönettiği büyülerin yazıldığı 60 kadar tablet bir grup halinde bulundu. Bunların okunup anlaşılması çok zor. S. N. Kramer’e göre Mezopotamya’da büyü ve tıp iç içedir. Bunları birbirinden ayırmak çileden çıkarıcı, belki de boşuna bir uğraşıdır.3 Büyüler insanları hastalıklardan korumak, insanları kötü etkilerden arındırmak, saldırıları önlemek, düşmana zarar vermek için yapılıyordu. Cinlerden iyi olanlar da vardı. Onlar insanlara sağlık getirdikleri gibi duygusal yönden mutluluk da verirlerdi. Akıl hastalıkları yalnız büyü ile iyi edilmeye çalışılırdı.4 Bir büyü metninde bir şahsın cinler tarafından yakalandığı, havaya fırlatıldığı ve ona büyük acı çektirildiği yazılıdır. Bunu önlemek için tanrı Enki’nin önerisi olarak; Anzan kabına su alınacağı, içine muştakal-ılgın bitkisi konacağı bu suyun adamın üstüne serpileceği, adamın yanına buhurdanlık ve meşale de getirileceği, bu arada göğün kahramanının (Enki’nin) koca davulu kükrer gibi ses vereceği yazılıdır. Böylece hastanın içine girip onun canını yakalayan namtar cininin su gibi hastanın vücudundan akıp gideceğine inanılmaktadır. Neden yapıldığı belli olmayan bir büyüde de bir kamışın alınıp ikiye bölüneceği içinden çıkan hayat suyunun hastanın sağ elinin üstüne, oradan da sol elinin üstüne akıtılacağı anlatılmaktadır. O arada yine Enki davul çalmaktadır. (Bu davul Türklerdeki şaman davulu, Enki de şaman gibidir.)Hayvansal madde olarak süt, yılan derisi, kaplumbağa kabuğu kullanılmış. En çok da bitkisel madde bulunuyor. Çin tarçını (cassia), mersin ağacı (myrtle), şeytan tersi (asafoetida), kekik (thyme), ağaçlardan söğüt, armut, köknar, incir, hurmadan yararlanmışlar. Bunların kökleri, dalları, kabukları, suları ya bütün olarak veya toz halinde saklanmış. İ laçlardan bir kısmı kaynatılarak, süzülerek merhem olarak sürülmüş veya sulu olarak içirilmiş. Bir merhem yapımında birkaç madde dövülerek toz haline getirilmiş, kuşumma şarabı içine konuluyor. Reçine ve sedir yağı ile karıştırılıyor. Diğer bir merhem de toz haline getirilmiş nehir çamuru su ve bal ile yoğurularak üzerine deniz yağı dökülerek kullanılmış. Ağrıyan yer için yapılan ilaç şöyle:Bir tür bitki kaynatılıyor, alkali veya tuz ekleniyor. Elde edilen madde ağrıyan yere sürülüyor. İçilecek ilaçlara gelince... Çeşitli maddeler dövülüp toz haline getirildikten sonra bira içinde eritilerek hastaya içiriliyor. İlaçların hep bira ile içirildiği yazılı. Reçetenin birinde alkali, ihtimal soda bakımından zengin olan bir bitkinin külleri ana madde olarak kullanılıyor. Bu kül hayvansal bir yağ ile karıştırılarak,bir tür sabun yapılmış bu reçetede bazı kimyasal bilgilere dayanan potasyum nitrat veya güherçile ile ilgili... Bununla lağım çukurları kontrol edilmiş. Bir reçetede de yara temizleme maddesi olarak tuz antiseptik, potasyum nitrat büzücü olarak kullanılmış. Sümerlerde bir hekim yani doktor sınıfı vardı. Bunlara "suyu bilen" anlamında AZU deniyordu. Her kurumun olduğu gibi doktorluğun da koruyucu tanrıları bulunurdu, ama bunların en başında sihir ve büyücülükte olduğu gibi, su ve bilgelik tanrısı Enki geliyordu. O aynı zamanda şifa verici bitkilerin ne işe yaradığını da belirleyendir. Bundan başka ağız, diş, baş, kol, ayak, kaburga gibi organların iyi olmasına yardım eden tanrılar vardı ki, bu da hekimlikte ilk uzmanlık dallarını göstermesi bakımından önemlidir. Burada ikinci bir önemli nokta da şifa veren bu 8 tanrıdan beşinin tanrıça olmasıdır. Bu tanrıların var oluşu hakkında Tevrat’a geçip zamanımıza kadar gelmiş olan Sümer’in bir efsanesi bize bilgi vermektedir. Sümerlere göre yer tanrıçası Ninhursak su tanrısı Enki ile birleşerek çeşitli tanrıları doğurduktan sonra yine su tanrısının tohumundan yararlanarak 8 türlü şifa verici bitkiler yetiştiriyor tanrılar bahçesinde. Bu bitkilerin yenmesi yasak. Tanrı Enki onların ne işe yarayacaklarını saptarken hepsinden birer parça tadıyor. Buna çok kızan tanrıça, tanrıyı lanetleyerek kayboluyor. Tanrı bu lanetlemenin sonucu son derece ağır hastalanıyor. Bunu iyi edecek olan tanrıça büyük zorluklar sonunda bulunuyor. Tanrıça hastanın yanında oturarak neresinin ağrıdığını soruyor. Tanrının yediği 8 bitkiye karşı 8 organı hasta. Bunları iyi etmek için beşi tanrıça olmak üzere 8 tanrı var ediyor tanrıça. (Bu efsanede en son iyi edilen organ kaburga) Bu rahatsızlığı iyi edecek olan tanrıçanın adı da kaburganın hanımı anlamına gelen nin.ti. Ti, Sümercede “yaşam” anlamına da geliyor. Bu efsane Tevrat’a alınırken kadın Adem’in kaburgasından yaratılmış, adı ti’nin “hayat” anlamı alınarak Havva konmuştur.)6 Hekimliğin bir başka kouyucu tanrısının sembolü de zamanımıza kadar gelmiştir. Eskı bir Sümer şehri olan Lagaş’daki kazılardan çıkan mermer bir vazo üzerine, iki cin tarafından korumaya alınan bir ağaca sarılı iki yılan kabartması görenleri şaşırtıyor. Sopaya sarılmış yılan Yunanlardan gelen hekimlik sembolü olarak biliniyordu. Şimdi sembolün tarihi onlardan binlerce yıl önceye dayanıyor. İşin ilginç yanı onun da bir şifa tanrısı olan, “hayat ağacının beyi” anlamına gelen Nin.giş.zida’nın sembolü olması. Asa hayat ağacını, ona sarılmış biri dişi biri erkek iki yılan ise gençliği simgeliyordu. Bu motif binlerce yıl çeşitli ülkelerde yalnız asa veya asa-yılan, tek yılan, birbirine sarılmış 2 yılan halinde koruyucu veya şifa verici bir sembol olarak resimlerde, kabartmalarda kullanılmış ve Asklepios yoluyla doktorluğun sembolü olmuştur.
tıp sembolu ile ilgili görsel sonucu
Sümerlerde yılanın şifa ile ne ilgisi vardı? Uruk’un kralı kahraman Bilgameş, arkadaşı Enkidu’nun ölümü üzerine ebedi hayata erişmek istiyor. Utnapiştim adlı birinin ölümsüzlüğü kazandığını duymuştur. Bilgameş ondan bunu nasıl aldığını öğrenmek için çok büyük zorluklarla Utnapiştim’i gidip bulur. Utnapiştim Bilgameş’e, ebedi hayatın kendisine tufandan sonra tanrıların verdiğini, bu yüzden onun bunu elde edemeyeceğini söylüyor. Bunun üzerine Bilgameş’in çok üzüldüğünü gören Utnapiştim’in karsı, hiç olmazsa gençlik otunun yerini söylemesini öneriyor. Gençlik otu da dönüş yolunun üzerinde bulunan suyun dibindeki bir bitkidir. Bilgameş suyu buluyor, dalıp büyük zorlukla ve elleri kan içinde otu sudan çıkarıyor.Tam yiyeceği zaman “ben bunu yersem kendim gençleşeceğim, etrafımdaki arkadaşlarım yaşlanacaklar. Onlarla beraber yiyelim de birlikte gençleşelim” diyerek otu bırakıyor tekrar suya giriyor. O arada bir yılan gelip otu yiyor ve kabuğunu değiştirerek gençleşiyor. İşte dişi ve erkek iki yılanın gençliği, hayat ağacının da yaşamı simgeyen bu motif zamanımıza kadar ulaşmıştır. Bu şifa verici tanrıların yeryüzündeki temsilcileri doktorlardı. Büyük bir rastlantı olarak kazıdan bir Sümer doktorunun vizite kartı gibi mührü bulundu. İşin ilginç yanı aynı doktora ait bazı yazılı belgelerin de bulunması. Bu belgelerden aynı doktorun MÖ 2100 yıllarında yaşadığını, baba, oğul ve torun olmak üzere üç kuşağın sarayda doktorluk yaptığını öğreniyoruz. Bunlar Lagaş şehir kıralları olan Urningirsu, Gudea ve Ugme’dir. Bulunan mühründe. Boynuzlu tacı ile elinde bir ilaç tutan muhtemelen bir şifa tanrısı, ağaca asılı cerrah aleti ve iki ayak üzerine oturtulmuş ilaç yapacak maddeleri içeren iki kap görünüyor. Yanındaki yazıda, “O gir tanrısının veziri, doğuran anne, hayvanların yardımcısı tanrı Edinmugi! Hekim Urlugaledinna senin kölendir.” diye yazmaktadır. Sarayın doktorları olduğu gibi özel doktorlar da vardı. Doktorlar ayın 7, 14, 21 ve 29 uncu günleri çalışmazlar, zorunlu dinlenirlerdi ki bu ilk hafta tatilini göstermektedir. Kadın doktor da var. Ebeliği yalnızca kadınlar yapıyordu. Türkiye sınırları içinde Sultantepe’de ilginç bir sahte doktor öyküsü de bulunmuştur. Buluntu, yedinci yüzyılda yaşamış bir rahibin arşiv ve kitaplığındadır. Adı “Nippur’lu fakir Adam”dır. Burada yoksul, fakat şakacı bir adamın çeşitli maceraları anlatılmaktadır. Bu öykülerin birinde, adam şehrin belediye başkanına kızdığı için intikam almak istemektedir. Saçlarını kazıtarak doktor kılığına giren adam kendini komşu şehrin ünlü bir doktoru olarak tanıtıp belediye başkanının yanına girer. Sahte doktor başkanı baştan ayağa muayene ederek onun ağır bir hastalık geçirdiğine inandırır. Hastalığın tedavisi için kendisinde gizli ve şifalı bir ilaç olduğunu, onun ancak karanlık bir odada etkili olabileceğini söyleyen sahte doktor belediye başkanını bu odaya sokarak döver ve intikamını alır. Sümer uygarlığından kalan binlerce yıl önceye ait bulgular, günümüze miras kalan izleri aydınlatmaya devam etmektedir. (1)

Eskiler, toplum içinde birtakım kimselerin ilişki kurdukları doğaüstü güçlerin dostluğunu kazandıklarını ve bunların gücünden yararlanarak kimi insanlara “kara büyü” yaptıklarını; insanların ağızlarını ve dillerini bağladıklarını, dostları birbirine düşürdüklerini sanıyorlardı. Bunlar kara büyücülerdi, cadılardı. Mezopotamya ve Eski Mısır’da kara büyü yapanlar ölümle cezalandırılırdı. Mezopotamyalıların inancına göre, yedi kötü yedi de iyi cin vardı. Kimi insanların (nazar) yada parmakla dokunması da kötü cinler gibi insanlara zarar verebiliyorlardı. Örnekse bir Mezopotamya tabletinde kötü bakışların insanlara verdiği zararlar şöyle dile getirilmişti: “Ey göz! Ey göz! Düşman göz! / O kadının gözü, o erkeğin gözü! / O komşunun gözü! O düşmanın gözü! / Ey göz! Sen bir eve girince fırındaki çanak çömleği tuz buz edersin! / Sen gemicinin gemisini parçalarsın! / Güçlü öküzün boyunduruğunu, koşan eşeğin bacağını kırarsın! / Usta dokumacının tezgâhını parçalarsın! / İyi geçinen kardeşlerin arasını açarsın! / Defol göz, defol göz! / Yedi nehirden, yedi kanaldan öteye, yedi dağdan ileriye git! Göz! Kendi sahibinin yüzünde çanak gibi parçalan!”. Bu inançlarla yetişen Mezopotamyalılar hastalıkların, habis ruhların insana sahip olmasından, kötü cinlerin insan vücudunu zaptetmesinden kaynaklandığına inanıyorlardı. Bugün’de bazı topluluklarda aynı inanışın geçerli olduğunu görüyoruz. Kötü ruhların insan vücudundan kovulmasını sağlayacak olan ise sihirdi, “akbüyü” idi. Bu nedenle eski çağlarda, tıp kuramının ve dolayısıyla hekimliğin özü sihir oldu. Hastalıkların sihirle yada okuyup üfleme yoluyla -efsunla- tedavisine ilişkin bu skolâstik gelenek, yüzyıllar boyunca tıp okullarında etkisini sürdürdü. Bununla birlikte eski hekimler, hastalıkları, sihrin yanı sıra iksirlerle ve kimi durumlarda da cerrahi müdahalelerle iyileştirmeye çalıştılar. Sumerler, hastalıklara ilaçlara ve hekimlik deneyimlerine ilişkin bilgileri, M.Ö. 2500’li yıllarda hatta daha öncesinde yazıya dökmüşlerdi. 48 M.Ö. üçüncü bin yılın sonlarına doğru yaşamış olan isimsiz bir Sumerli hekim, meslektaşları ve öğrencileri için en değerli tıbbi reçetelerini bir araya getirip kaydetmeye karar verdi. Islak topraktan 16 santim uzunluğunda 9,5 santim genişliğinde bir tablet hazırladı, kamış kalemin ucunu eğik biçimde yonttu ve zamanın çivi yazısıyla gözde ilaçlarının bir düzinesini tablete kaydetti. İnsanlığın bilinen en eski tıp “elkitabı” olan bu kil belge, bir Amerikan kazı ekibince ortaya çıkarılıp Philadelphia Üniversite Müzesine götürülünceye değin dört bin yılı aşkın süre Nippur kalıntıları altında gömülü kalmıştır. 49 Mezopotamyalıların inancına göre hastalık yukarıda belirttiğimiz gibi, şeytanın yada karanlık güçlerin işiydi. Dolayısıyla tıbbın temeli kötü ruhların sihirle ve ayinle kovulmasıydı. Gene de bu eylemler sırasında, çoğu zaman çeşitli lapalar, merhemler ve iksirler kullanılıyor ve kimi zaman da hastaya masaj yapılıyordu. İlaçların yapımında da - bu gün alternatif Çin tıbbında olduğu gibi- bitkisel, hayvansal ve madensel maddeler kullanılıyordu. Bitkilerin kökleri, sapları, filizleri, dalları, yaprakları, çiçekleri; ağaçların kabukları, reçineleri, usareleri, kozalakları ve benzerleri. İnsan ve hayvan kemikleri, domuz başı, fare dili, tilki ve aslan tüyü, geyik boynuzu, sarı inek kulağı, sığır ve domuz eti, tavuk kanı ve gözü, kaplumbağa kabuğu, baykuş kanadı… Alçı, kireç, kükürt, arsenik, demir oksit, civa, şap, sarı çamur, ırmak kumu ve doğal su. Bu maddelerin tümü, olduğu gibi değil, kurutma, ufalama,dövme, öğütme, suda yada sütte yada bir arada eritme ve kaynatma gibi işlemler uygulanarak hazırlanıyordu.50 Mezopotamya’da tıp resmen bir rahip sınıfının elindeydi. Yahut da doktorların statüsü rahiplerin statüsüne benzer bir mahiyet taşıyordu. Daha doğrusu, belki de doktorlar rahip sınıfının statüsüne sahip bulunuyordu. Bu anlamda, tedavi yapan üç rahip sınıfı vardı. Bunlardan bir tanesi kâhinler sınıfıydı ve baru adını taşıyordu. Doktor olan baru’ların vazifesi diyagnoz (teşhis, tanı) ve prognoz (ön teşhis) yapmaktı. Fakat anlaşıldığına göre, onların faaliyeti sadece tıbbın sınırı içinde kalmıyordu. Başka bir deyimle, kâhinler, daha geniş bir anlamda gelecekten haber verme görevini yüklenmişlerdi. Üçüncü sınıf ise A-zu veya A-su adlı rahip veya doktorlardı. Bunların ihtisası tedaviydi ve faaliyetleri tamamen tıp sahası içinde bulunuyordu. Böylece, gerçek manasıyla doktor olan sınıf bu sınıftı. 51 Mezopotamyalılarda sihirle tıp için ayrı kelimeler vardı. Birincisine asutu, ikincisine aşiputu deniyordu. Böyle ayrı ayrı iki kelimenin mevcudiyeti tıbbın sihirden ayrı ve müstakil bir kimliğe sahip olduğu izlenimini destekleyen bir delil olarak kabul edilebilir. Mezopotamyalılar hayatın özünün su olduğuna inanıyorlardı. Suyun sihirde ve kâhinlikte önemli rolü vardı. Sumer’de hekimler, anlamı “suyu tanıyan kimse” olan a-zu sözcüğüyle adlandırılıyordu. Bu nedenle su tanrısı, aynı zamanda, hekimliğin tanrısı kabul edilmişti. Yaratıcı tanrı, insanı su ve topraktan yaratmış, insanın çamurdan bir modelini yapmış, sonrada bunun içine hayat soluğunu üflemiş ve ona hayat vermişti. A-zu’nun bir manası da “rüyaları yorumlayan kimse” olarak kabul ediliyordu. ve Mezopotamya görüşlerini birleştirmiş olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Ortaya çıkarılan tabDoktorlara verilen bir başka ad da yağları tanıyan kimse anlamına geliyordu. Yağlarında Mezopotamyalılarca büyük bir önem taşıdığı anlaşılmaktadır.Organik faaliyet bakımından Mezopotamyalıların kalbe ve kana önem vermiş oldukları anlaşılıyor. Hayatla ilgili fonksiyonların en önemli merkezi ise onlara göre karaciğerdi. Başka bir deyimle, Mısırlıların kalbe verdikleri değeri Mezopotamyalılar karaciğere atfediyorlardı. Daha sonra Yunanlıların kan damarları sisteminin merkezini hem kalp ve hem de karaciğer olarak kabul etmeleri, onlarda belki de bu Mısırletlerin bazılarında Sumerli hekimlerin sihirli sözlere ve büyüye başvurmaması ilginçtir. M.Ö üçüncü binyıla ait bir tablette tanrıdan yada cinden bahsedilmemektedir. Bu Sumer’de hastalıkları iyileştirmek için büyü ve cin çıkarma ayinlerinin bilinmediği anlamına gelmez. Tam tersine Sumerler, daha sonraki Babilliler gibi, birçok hastalığı hastanın bedenindeki zararlı cinlere bağlıyorlardı. Bu cinlerden yarım düzinesinin adı, Bau, Ninisinna ve Guala adlarıyla da bilinen “Sumerlerin yüce hekimi” diye nitelenen tıp sanatının baş tanrıçasına adanmış bir Sumer ilahisinde geçmektedir. Buna karşın şimdiye değin gün ışığına çıkarılan en eski tıp metni “sayfa”sı olan bu kil tablette mistik ve usdışı öğelere yer verilmemesi büyü dışında ve ondan bağımsız bir tıbbın mevcut olduğu fikrini haklı gösteren bir delildir. Sumerlerin bitkisel ilaçları arasında; tahıl, sebze, ağaç kısımları, baharat, çeşitli sakızlar ve yabani bitkiler yer almaktadır. Bitkilerin kök, kabuk, yağ ve odun gibi kısımları tedavi maksadıyla kullanılmaktaydı. Daha sonraları Akad’larda olduğu gibi Sumerlerde de biranın birtakım ilaçların eritilmesi için bir ortam olarak kullanıldığı görülmektedir. Bu metot gerek dâhilen gerek haricen kullanılan ilaçlarda tatbik yeri bulmaktadır. Sumerli hekimlerin reçetelerindeki, ilaç dozajları yada karışımlara giren maddelerin miktarları, genellikle açıklanmadığı dikkat çekmektedir. Bunun iki izahı olabilir, bunlardan ilki; bu dozajları yada karışımları eczacıların belirlemesi, diğeri ise; hekimlerin meslek sırlarını açıklamak istememesi şeklinde düşünebiliriz.(2)
Akcan Mir
Kaynak;
1-Muazzez İlmiye Çığ,, Ortadoğu Uygarlık Mirası

2-GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI ESKİÇAĞ TARİHİ BÖLÜMÜ -Mehmet BOZCA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KARAKEÇİLİ YÖRÜK AŞİRETİNİN TARİHİ

Bir milletin kültürü,geçmişinden süzülüp gelen maddi ve manevi değerlerin bütününden meydana gelir. Büyük Türk milletinin tarihi dünya tari...