Sümerlerde yılanın şifa ile ne ilgisi vardı? Uruk’un kralı kahraman Bilgameş, arkadaşı Enkidu’nun ölümü üzerine ebedi hayata erişmek istiyor. Utnapiştim adlı birinin ölümsüzlüğü kazandığını duymuştur. Bilgameş ondan bunu nasıl aldığını öğrenmek için çok büyük zorluklarla Utnapiştim’i gidip bulur. Utnapiştim Bilgameş’e, ebedi hayatın kendisine tufandan sonra tanrıların verdiğini, bu yüzden onun bunu elde edemeyeceğini söylüyor. Bunun üzerine Bilgameş’in çok üzüldüğünü gören Utnapiştim’in karsı, hiç olmazsa gençlik otunun yerini söylemesini öneriyor. Gençlik otu da dönüş yolunun üzerinde bulunan suyun dibindeki bir bitkidir. Bilgameş suyu buluyor, dalıp büyük zorlukla ve elleri kan içinde otu sudan çıkarıyor.Tam yiyeceği zaman “ben bunu yersem kendim gençleşeceğim, etrafımdaki arkadaşlarım yaşlanacaklar. Onlarla beraber yiyelim de birlikte gençleşelim” diyerek otu bırakıyor tekrar suya giriyor. O arada bir yılan gelip otu yiyor ve kabuğunu değiştirerek gençleşiyor. İşte dişi ve erkek iki yılanın gençliği, hayat ağacının da yaşamı simgeyen bu motif zamanımıza kadar ulaşmıştır. Bu şifa verici tanrıların yeryüzündeki temsilcileri doktorlardı. Büyük bir rastlantı olarak kazıdan bir Sümer doktorunun vizite kartı gibi mührü bulundu. İşin ilginç yanı aynı doktora ait bazı yazılı belgelerin de bulunması. Bu belgelerden aynı doktorun MÖ 2100 yıllarında yaşadığını, baba, oğul ve torun olmak üzere üç kuşağın sarayda doktorluk yaptığını öğreniyoruz. Bunlar Lagaş şehir kıralları olan Urningirsu, Gudea ve Ugme’dir. Bulunan mühründe. Boynuzlu tacı ile elinde bir ilaç tutan muhtemelen bir şifa tanrısı, ağaca asılı cerrah aleti ve iki ayak üzerine oturtulmuş ilaç yapacak maddeleri içeren iki kap görünüyor. Yanındaki yazıda, “O gir tanrısının veziri, doğuran anne, hayvanların yardımcısı tanrı Edinmugi! Hekim Urlugaledinna senin kölendir.” diye yazmaktadır. Sarayın doktorları olduğu gibi özel doktorlar da vardı. Doktorlar ayın 7, 14, 21 ve 29 uncu günleri çalışmazlar, zorunlu dinlenirlerdi ki bu ilk hafta tatilini göstermektedir. Kadın doktor da var. Ebeliği yalnızca kadınlar yapıyordu. Türkiye sınırları içinde Sultantepe’de ilginç bir sahte doktor öyküsü de bulunmuştur. Buluntu, yedinci yüzyılda yaşamış bir rahibin arşiv ve kitaplığındadır. Adı “Nippur’lu fakir Adam”dır. Burada yoksul, fakat şakacı bir adamın çeşitli maceraları anlatılmaktadır. Bu öykülerin birinde, adam şehrin belediye başkanına kızdığı için intikam almak istemektedir. Saçlarını kazıtarak doktor kılığına giren adam kendini komşu şehrin ünlü bir doktoru olarak tanıtıp belediye başkanının yanına girer. Sahte doktor başkanı baştan ayağa muayene ederek onun ağır bir hastalık geçirdiğine inandırır. Hastalığın tedavisi için kendisinde gizli ve şifalı bir ilaç olduğunu, onun ancak karanlık bir odada etkili olabileceğini söyleyen sahte doktor belediye başkanını bu odaya sokarak döver ve intikamını alır. Sümer uygarlığından kalan binlerce yıl önceye ait bulgular, günümüze miras kalan izleri aydınlatmaya devam etmektedir. (1)
Eskiler, toplum içinde birtakım kimselerin ilişki kurdukları doğaüstü güçlerin dostluğunu kazandıklarını ve bunların gücünden yararlanarak kimi insanlara “kara büyü” yaptıklarını; insanların ağızlarını ve dillerini bağladıklarını, dostları birbirine düşürdüklerini sanıyorlardı. Bunlar kara büyücülerdi, cadılardı. Mezopotamya ve Eski Mısır’da kara büyü yapanlar ölümle cezalandırılırdı. Mezopotamyalıların inancına göre, yedi kötü yedi de iyi cin vardı. Kimi insanların (nazar) yada parmakla dokunması da kötü cinler gibi insanlara zarar verebiliyorlardı. Örnekse bir Mezopotamya tabletinde kötü bakışların insanlara verdiği zararlar şöyle dile getirilmişti: “Ey göz! Ey göz! Düşman göz! / O kadının gözü, o erkeğin gözü! / O komşunun gözü! O düşmanın gözü! / Ey göz! Sen bir eve girince fırındaki çanak çömleği tuz buz edersin! / Sen gemicinin gemisini parçalarsın! / Güçlü öküzün boyunduruğunu, koşan eşeğin bacağını kırarsın! / Usta dokumacının tezgâhını parçalarsın! / İyi geçinen kardeşlerin arasını açarsın! / Defol göz, defol göz! / Yedi nehirden, yedi kanaldan öteye, yedi dağdan ileriye git! Göz! Kendi sahibinin yüzünde çanak gibi parçalan!”. Bu inançlarla yetişen Mezopotamyalılar hastalıkların, habis ruhların insana sahip olmasından, kötü cinlerin insan vücudunu zaptetmesinden kaynaklandığına inanıyorlardı. Bugün’de bazı topluluklarda aynı inanışın geçerli olduğunu görüyoruz. Kötü ruhların insan vücudundan kovulmasını sağlayacak olan ise sihirdi, “akbüyü” idi. Bu nedenle eski çağlarda, tıp kuramının ve dolayısıyla hekimliğin özü sihir oldu. Hastalıkların sihirle yada okuyup üfleme yoluyla -efsunla- tedavisine ilişkin bu skolâstik gelenek, yüzyıllar boyunca tıp okullarında etkisini sürdürdü. Bununla birlikte eski hekimler, hastalıkları, sihrin yanı sıra iksirlerle ve kimi durumlarda da cerrahi müdahalelerle iyileştirmeye çalıştılar. Sumerler, hastalıklara ilaçlara ve hekimlik deneyimlerine ilişkin bilgileri, M.Ö. 2500’li yıllarda hatta daha öncesinde yazıya dökmüşlerdi. 48 M.Ö. üçüncü bin yılın sonlarına doğru yaşamış olan isimsiz bir Sumerli hekim, meslektaşları ve öğrencileri için en değerli tıbbi reçetelerini bir araya getirip kaydetmeye karar verdi. Islak topraktan 16 santim uzunluğunda 9,5 santim genişliğinde bir tablet hazırladı, kamış kalemin ucunu eğik biçimde yonttu ve zamanın çivi yazısıyla gözde ilaçlarının bir düzinesini tablete kaydetti. İnsanlığın bilinen en eski tıp “elkitabı” olan bu kil belge, bir Amerikan kazı ekibince ortaya çıkarılıp Philadelphia Üniversite Müzesine götürülünceye değin dört bin yılı aşkın süre Nippur kalıntıları altında gömülü kalmıştır. 49 Mezopotamyalıların inancına göre hastalık yukarıda belirttiğimiz gibi, şeytanın yada karanlık güçlerin işiydi. Dolayısıyla tıbbın temeli kötü ruhların sihirle ve ayinle kovulmasıydı. Gene de bu eylemler sırasında, çoğu zaman çeşitli lapalar, merhemler ve iksirler kullanılıyor ve kimi zaman da hastaya masaj yapılıyordu. İlaçların yapımında da - bu gün alternatif Çin tıbbında olduğu gibi- bitkisel, hayvansal ve madensel maddeler kullanılıyordu. Bitkilerin kökleri, sapları, filizleri, dalları, yaprakları, çiçekleri; ağaçların kabukları, reçineleri, usareleri, kozalakları ve benzerleri. İnsan ve hayvan kemikleri, domuz başı, fare dili, tilki ve aslan tüyü, geyik boynuzu, sarı inek kulağı, sığır ve domuz eti, tavuk kanı ve gözü, kaplumbağa kabuğu, baykuş kanadı… Alçı, kireç, kükürt, arsenik, demir oksit, civa, şap, sarı çamur, ırmak kumu ve doğal su. Bu maddelerin tümü, olduğu gibi değil, kurutma, ufalama,dövme, öğütme, suda yada sütte yada bir arada eritme ve kaynatma gibi işlemler uygulanarak hazırlanıyordu.50 Mezopotamya’da tıp resmen bir rahip sınıfının elindeydi. Yahut da doktorların statüsü rahiplerin statüsüne benzer bir mahiyet taşıyordu. Daha doğrusu, belki de doktorlar rahip sınıfının statüsüne sahip bulunuyordu. Bu anlamda, tedavi yapan üç rahip sınıfı vardı. Bunlardan bir tanesi kâhinler sınıfıydı ve baru adını taşıyordu. Doktor olan baru’ların vazifesi diyagnoz (teşhis, tanı) ve prognoz (ön teşhis) yapmaktı. Fakat anlaşıldığına göre, onların faaliyeti sadece tıbbın sınırı içinde kalmıyordu. Başka bir deyimle, kâhinler, daha geniş bir anlamda gelecekten haber verme görevini yüklenmişlerdi. Üçüncü sınıf ise A-zu veya A-su adlı rahip veya doktorlardı. Bunların ihtisası tedaviydi ve faaliyetleri tamamen tıp sahası içinde bulunuyordu. Böylece, gerçek manasıyla doktor olan sınıf bu sınıftı. 51 Mezopotamyalılarda sihirle tıp için ayrı kelimeler vardı. Birincisine asutu, ikincisine aşiputu deniyordu. Böyle ayrı ayrı iki kelimenin mevcudiyeti tıbbın sihirden ayrı ve müstakil bir kimliğe sahip olduğu izlenimini destekleyen bir delil olarak kabul edilebilir. Mezopotamyalılar hayatın özünün su olduğuna inanıyorlardı. Suyun sihirde ve kâhinlikte önemli rolü vardı. Sumer’de hekimler, anlamı “suyu tanıyan kimse” olan a-zu sözcüğüyle adlandırılıyordu. Bu nedenle su tanrısı, aynı zamanda, hekimliğin tanrısı kabul edilmişti. Yaratıcı tanrı, insanı su ve topraktan yaratmış, insanın çamurdan bir modelini yapmış, sonrada bunun içine hayat soluğunu üflemiş ve ona hayat vermişti. A-zu’nun bir manası da “rüyaları yorumlayan kimse” olarak kabul ediliyordu. ve Mezopotamya görüşlerini birleştirmiş olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Ortaya çıkarılan tabDoktorlara verilen bir başka ad da yağları tanıyan kimse anlamına geliyordu. Yağlarında Mezopotamyalılarca büyük bir önem taşıdığı anlaşılmaktadır.Organik faaliyet bakımından Mezopotamyalıların kalbe ve kana önem vermiş oldukları anlaşılıyor. Hayatla ilgili fonksiyonların en önemli merkezi ise onlara göre karaciğerdi. Başka bir deyimle, Mısırlıların kalbe verdikleri değeri Mezopotamyalılar karaciğere atfediyorlardı. Daha sonra Yunanlıların kan damarları sisteminin merkezini hem kalp ve hem de karaciğer olarak kabul etmeleri, onlarda belki de bu Mısırletlerin bazılarında Sumerli hekimlerin sihirli sözlere ve büyüye başvurmaması ilginçtir. M.Ö üçüncü binyıla ait bir tablette tanrıdan yada cinden bahsedilmemektedir. Bu Sumer’de hastalıkları iyileştirmek için büyü ve cin çıkarma ayinlerinin bilinmediği anlamına gelmez. Tam tersine Sumerler, daha sonraki Babilliler gibi, birçok hastalığı hastanın bedenindeki zararlı cinlere bağlıyorlardı. Bu cinlerden yarım düzinesinin adı, Bau, Ninisinna ve Guala adlarıyla da bilinen “Sumerlerin yüce hekimi” diye nitelenen tıp sanatının baş tanrıçasına adanmış bir Sumer ilahisinde geçmektedir. Buna karşın şimdiye değin gün ışığına çıkarılan en eski tıp metni “sayfa”sı olan bu kil tablette mistik ve usdışı öğelere yer verilmemesi büyü dışında ve ondan bağımsız bir tıbbın mevcut olduğu fikrini haklı gösteren bir delildir. Sumerlerin bitkisel ilaçları arasında; tahıl, sebze, ağaç kısımları, baharat, çeşitli sakızlar ve yabani bitkiler yer almaktadır. Bitkilerin kök, kabuk, yağ ve odun gibi kısımları tedavi maksadıyla kullanılmaktaydı. Daha sonraları Akad’larda olduğu gibi Sumerlerde de biranın birtakım ilaçların eritilmesi için bir ortam olarak kullanıldığı görülmektedir. Bu metot gerek dâhilen gerek haricen kullanılan ilaçlarda tatbik yeri bulmaktadır. Sumerli hekimlerin reçetelerindeki, ilaç dozajları yada karışımlara giren maddelerin miktarları, genellikle açıklanmadığı dikkat çekmektedir. Bunun iki izahı olabilir, bunlardan ilki; bu dozajları yada karışımları eczacıların belirlemesi, diğeri ise; hekimlerin meslek sırlarını açıklamak istememesi şeklinde düşünebiliriz.(2)
Eskiler, toplum içinde birtakım kimselerin ilişki kurdukları doğaüstü güçlerin dostluğunu kazandıklarını ve bunların gücünden yararlanarak kimi insanlara “kara büyü” yaptıklarını; insanların ağızlarını ve dillerini bağladıklarını, dostları birbirine düşürdüklerini sanıyorlardı. Bunlar kara büyücülerdi, cadılardı. Mezopotamya ve Eski Mısır’da kara büyü yapanlar ölümle cezalandırılırdı. Mezopotamyalıların inancına göre, yedi kötü yedi de iyi cin vardı. Kimi insanların (nazar) yada parmakla dokunması da kötü cinler gibi insanlara zarar verebiliyorlardı. Örnekse bir Mezopotamya tabletinde kötü bakışların insanlara verdiği zararlar şöyle dile getirilmişti: “Ey göz! Ey göz! Düşman göz! / O kadının gözü, o erkeğin gözü! / O komşunun gözü! O düşmanın gözü! / Ey göz! Sen bir eve girince fırındaki çanak çömleği tuz buz edersin! / Sen gemicinin gemisini parçalarsın! / Güçlü öküzün boyunduruğunu, koşan eşeğin bacağını kırarsın! / Usta dokumacının tezgâhını parçalarsın! / İyi geçinen kardeşlerin arasını açarsın! / Defol göz, defol göz! / Yedi nehirden, yedi kanaldan öteye, yedi dağdan ileriye git! Göz! Kendi sahibinin yüzünde çanak gibi parçalan!”. Bu inançlarla yetişen Mezopotamyalılar hastalıkların, habis ruhların insana sahip olmasından, kötü cinlerin insan vücudunu zaptetmesinden kaynaklandığına inanıyorlardı. Bugün’de bazı topluluklarda aynı inanışın geçerli olduğunu görüyoruz. Kötü ruhların insan vücudundan kovulmasını sağlayacak olan ise sihirdi, “akbüyü” idi. Bu nedenle eski çağlarda, tıp kuramının ve dolayısıyla hekimliğin özü sihir oldu. Hastalıkların sihirle yada okuyup üfleme yoluyla -efsunla- tedavisine ilişkin bu skolâstik gelenek, yüzyıllar boyunca tıp okullarında etkisini sürdürdü. Bununla birlikte eski hekimler, hastalıkları, sihrin yanı sıra iksirlerle ve kimi durumlarda da cerrahi müdahalelerle iyileştirmeye çalıştılar. Sumerler, hastalıklara ilaçlara ve hekimlik deneyimlerine ilişkin bilgileri, M.Ö. 2500’li yıllarda hatta daha öncesinde yazıya dökmüşlerdi. 48 M.Ö. üçüncü bin yılın sonlarına doğru yaşamış olan isimsiz bir Sumerli hekim, meslektaşları ve öğrencileri için en değerli tıbbi reçetelerini bir araya getirip kaydetmeye karar verdi. Islak topraktan 16 santim uzunluğunda 9,5 santim genişliğinde bir tablet hazırladı, kamış kalemin ucunu eğik biçimde yonttu ve zamanın çivi yazısıyla gözde ilaçlarının bir düzinesini tablete kaydetti. İnsanlığın bilinen en eski tıp “elkitabı” olan bu kil belge, bir Amerikan kazı ekibince ortaya çıkarılıp Philadelphia Üniversite Müzesine götürülünceye değin dört bin yılı aşkın süre Nippur kalıntıları altında gömülü kalmıştır. 49 Mezopotamyalıların inancına göre hastalık yukarıda belirttiğimiz gibi, şeytanın yada karanlık güçlerin işiydi. Dolayısıyla tıbbın temeli kötü ruhların sihirle ve ayinle kovulmasıydı. Gene de bu eylemler sırasında, çoğu zaman çeşitli lapalar, merhemler ve iksirler kullanılıyor ve kimi zaman da hastaya masaj yapılıyordu. İlaçların yapımında da - bu gün alternatif Çin tıbbında olduğu gibi- bitkisel, hayvansal ve madensel maddeler kullanılıyordu. Bitkilerin kökleri, sapları, filizleri, dalları, yaprakları, çiçekleri; ağaçların kabukları, reçineleri, usareleri, kozalakları ve benzerleri. İnsan ve hayvan kemikleri, domuz başı, fare dili, tilki ve aslan tüyü, geyik boynuzu, sarı inek kulağı, sığır ve domuz eti, tavuk kanı ve gözü, kaplumbağa kabuğu, baykuş kanadı… Alçı, kireç, kükürt, arsenik, demir oksit, civa, şap, sarı çamur, ırmak kumu ve doğal su. Bu maddelerin tümü, olduğu gibi değil, kurutma, ufalama,dövme, öğütme, suda yada sütte yada bir arada eritme ve kaynatma gibi işlemler uygulanarak hazırlanıyordu.50 Mezopotamya’da tıp resmen bir rahip sınıfının elindeydi. Yahut da doktorların statüsü rahiplerin statüsüne benzer bir mahiyet taşıyordu. Daha doğrusu, belki de doktorlar rahip sınıfının statüsüne sahip bulunuyordu. Bu anlamda, tedavi yapan üç rahip sınıfı vardı. Bunlardan bir tanesi kâhinler sınıfıydı ve baru adını taşıyordu. Doktor olan baru’ların vazifesi diyagnoz (teşhis, tanı) ve prognoz (ön teşhis) yapmaktı. Fakat anlaşıldığına göre, onların faaliyeti sadece tıbbın sınırı içinde kalmıyordu. Başka bir deyimle, kâhinler, daha geniş bir anlamda gelecekten haber verme görevini yüklenmişlerdi. Üçüncü sınıf ise A-zu veya A-su adlı rahip veya doktorlardı. Bunların ihtisası tedaviydi ve faaliyetleri tamamen tıp sahası içinde bulunuyordu. Böylece, gerçek manasıyla doktor olan sınıf bu sınıftı. 51 Mezopotamyalılarda sihirle tıp için ayrı kelimeler vardı. Birincisine asutu, ikincisine aşiputu deniyordu. Böyle ayrı ayrı iki kelimenin mevcudiyeti tıbbın sihirden ayrı ve müstakil bir kimliğe sahip olduğu izlenimini destekleyen bir delil olarak kabul edilebilir. Mezopotamyalılar hayatın özünün su olduğuna inanıyorlardı. Suyun sihirde ve kâhinlikte önemli rolü vardı. Sumer’de hekimler, anlamı “suyu tanıyan kimse” olan a-zu sözcüğüyle adlandırılıyordu. Bu nedenle su tanrısı, aynı zamanda, hekimliğin tanrısı kabul edilmişti. Yaratıcı tanrı, insanı su ve topraktan yaratmış, insanın çamurdan bir modelini yapmış, sonrada bunun içine hayat soluğunu üflemiş ve ona hayat vermişti. A-zu’nun bir manası da “rüyaları yorumlayan kimse” olarak kabul ediliyordu. ve Mezopotamya görüşlerini birleştirmiş olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Ortaya çıkarılan tabDoktorlara verilen bir başka ad da yağları tanıyan kimse anlamına geliyordu. Yağlarında Mezopotamyalılarca büyük bir önem taşıdığı anlaşılmaktadır.Organik faaliyet bakımından Mezopotamyalıların kalbe ve kana önem vermiş oldukları anlaşılıyor. Hayatla ilgili fonksiyonların en önemli merkezi ise onlara göre karaciğerdi. Başka bir deyimle, Mısırlıların kalbe verdikleri değeri Mezopotamyalılar karaciğere atfediyorlardı. Daha sonra Yunanlıların kan damarları sisteminin merkezini hem kalp ve hem de karaciğer olarak kabul etmeleri, onlarda belki de bu Mısırletlerin bazılarında Sumerli hekimlerin sihirli sözlere ve büyüye başvurmaması ilginçtir. M.Ö üçüncü binyıla ait bir tablette tanrıdan yada cinden bahsedilmemektedir. Bu Sumer’de hastalıkları iyileştirmek için büyü ve cin çıkarma ayinlerinin bilinmediği anlamına gelmez. Tam tersine Sumerler, daha sonraki Babilliler gibi, birçok hastalığı hastanın bedenindeki zararlı cinlere bağlıyorlardı. Bu cinlerden yarım düzinesinin adı, Bau, Ninisinna ve Guala adlarıyla da bilinen “Sumerlerin yüce hekimi” diye nitelenen tıp sanatının baş tanrıçasına adanmış bir Sumer ilahisinde geçmektedir. Buna karşın şimdiye değin gün ışığına çıkarılan en eski tıp metni “sayfa”sı olan bu kil tablette mistik ve usdışı öğelere yer verilmemesi büyü dışında ve ondan bağımsız bir tıbbın mevcut olduğu fikrini haklı gösteren bir delildir. Sumerlerin bitkisel ilaçları arasında; tahıl, sebze, ağaç kısımları, baharat, çeşitli sakızlar ve yabani bitkiler yer almaktadır. Bitkilerin kök, kabuk, yağ ve odun gibi kısımları tedavi maksadıyla kullanılmaktaydı. Daha sonraları Akad’larda olduğu gibi Sumerlerde de biranın birtakım ilaçların eritilmesi için bir ortam olarak kullanıldığı görülmektedir. Bu metot gerek dâhilen gerek haricen kullanılan ilaçlarda tatbik yeri bulmaktadır. Sumerli hekimlerin reçetelerindeki, ilaç dozajları yada karışımlara giren maddelerin miktarları, genellikle açıklanmadığı dikkat çekmektedir. Bunun iki izahı olabilir, bunlardan ilki; bu dozajları yada karışımları eczacıların belirlemesi, diğeri ise; hekimlerin meslek sırlarını açıklamak istememesi şeklinde düşünebiliriz.(2)
Akcan Mir
Kaynak;
1-Muazzez İlmiye Çığ,, Ortadoğu Uygarlık Mirası
2-GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI ESKİÇAĞ TARİHİ BÖLÜMÜ -Mehmet BOZCA
1-Muazzez İlmiye Çığ,, Ortadoğu Uygarlık Mirası
2-GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI ESKİÇAĞ TARİHİ BÖLÜMÜ -Mehmet BOZCA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder