Sayfalar

15 Haziran 2018 Cuma

YAMYAMLIĞIN TARİHİ İNSAN HER ZAMAN İNSAN DEĞİLDİR…






“İnsan eti yemek", “insan kanı içmek" ve “yamyamlık" denildiğinde aklımıza hep “ilkel kabilelerin", “yarı çıplak dans eden karaderili adamların" arasına düşmüş, kaynayan kocaman bir kazan içindeki beyaz adamın manzarası gelir. Hepimize eğer bir gün ıssız bir adaya düşersek, kumsalın hemen gerisindeki dev yapraklı tropikal bitkilerin arasından bizi avlamak ve yemek üzere siyah kafalar uzanabileceği öğretilmiştir.








Yamyamlık insanlık tarihinin en eski ve karanlık günahlarından biridir. Kutsal kitaplarda lanetlenerek helak edilen Ad ve Semud kavimlerinin günahlarından biri insan eti yemeleridir.
(Bu iki kavimle ilgili şöyle bir ilginçlik var. Eski kayıp uygarlıklar olarak Atlantis ve Mu anlatılır. Dikkatinizi çekti mi: Ad+land+is, Se-MU-d)
Afrika, Okyanusya adaları, Uzakdoğu ve Amerika’daki yerli kültürlerindeki yamyamlıkla ilgili çok şey anlatılır ama Avrupa’daki yamyamlığa nedense pek değinilmez.
Oysa Ortaçağ ve koloni döneminde insan eti satılan pazarların resimleri günümüze kadar kalmıştır. Birinci Haçlı seferi sırasında, o büyük insan kitlesi yolculuk sırasında yamyamlık yapmıştır. Anadolu’da ele geçirilen kalelerin halklarının nasıl yendiği anlatılır.
Pek bilinmeyen bir yamyamlık olayı İsviçre’de… 1815 yılında Endonezya’da bilinen tarihin en büyük volkan patlaması olur. Binlerce insanın öldüğü o patlamanın etkisi sadece o bölgede kalmaz. Atmosferi kapatan toz nedeniyle hava soğur, yaz yaşanmaz, Avrupa’da kıtlık olur. İşte o dönem İsviçre’de yaygın yamyamlık yaşanır.
Sadece yamyamlık değil, kan içme de Hrıstiyanlık’ta batıl inançlarla uygulanmıştır. Katolik ayinindeki İsa’nın eti ve kanı uygulaması ne yazık ki batıl inançlarda uygulamalara geçmiştir. Mesela bir papa hastayken üç gencin kanını içmiş. (VIII. İnnocent)
Tarihin en acımasız seri katillerinden Elizabeth Bathory de, bakire kızların kanlarıyla yıkanarak sonsuz gençlik ve ölümsüz olacağına inanmıştı.
Eski Mısır uygarlığının Avrupa’da moda olduğu zamanlarda ise bazı partilerde şifa ve güçler verdiğine inanıldığı için mumya parçaları yenilir veya su içinde eriterek içilirdi.
Eski Amerika uygarlıkları Aztekler ve Mayalar’da da yamyamlık ve kan tutkusu var. Aztekler çok gaddardı: yendikleri düşmanlarının binlercesini kurban ederler, bazı organları yeni, kanları içilirdi.
Mayalar ise yakın zamana kadar barışcıl bir uygarlık olarak biliniyordu ama sonradan Mayaların yer altında cehennem benzeri kurban odaları yaptığı öğrenilirdi. Buralarda insanların kanı akıtılırdı.
19. yüzyıl Danimarka'sında idam edilen mahkûmların altında, ellerinde bardaklarla bekleşiyordu halk. Tabii ki infazdan sonra aşağıya damlayacak sıcak kanı doldurmak için… Taze insan kanının epilepsiye iyi geldiğine inanıyorlardı çünkü. Bu ürpertici inancın kökleri ise yaklaşık 2,000 yıl öncesine dayanıyor: Meşhur Romalı doktor Celsus dönemine… Bu yıllarda hastalara yaralı gladyatörlerin vücutlarından alınan saf kan veriliyordu.
Rönesans döneminde yaşamış İtalyan düşünürlerinden, babası da bir doktor olan Marsilio Ficino (1433-1499), insan bedeninin yalnızca tedavi edici bir ilaç değil, aynı zamanda bir hayat iksiri olduğunu ileri sürmüştü. Mesela gencecik bir erkeğin kol damarından kanını emmek, bir yaşlıya gençlik aşısı yapacak, yaşam enerjisini enjekte edecektir. Bu inançla, yeni ölmüş genç bedenler ihtiyarların ömrüne ömür katacak kutsal birer kurban görevi görüyordu.
1600'lerin sonlarında, İngiliz Dr. Toope'a ait günlük kayıtlarında, West Kennet toplu mezarından aldığı kemiklerden elde ettiği özel “soylu ilaç" ile birçok kişiyi tedavi ettiği yazılıdır. Dr. Toope “soylu ilacının" tarifini vermese de, aynı yıl Şubat ayında Kral II. Charles'ın ölüm döşeğinde çektiği acıları hafifletmek için kendisine yüksek dozda kafatası tozu verildiğini biliyoruz.
Howard H. Haggard da, 1929'da kaleme aldığı eserinde II. Charles'ın doktorlarının özel bir panzehir, inci şurubu ve amonyağın hepsini birden ölmek üzere olan kralın boğazına boca ettiklerini yazar. İmparatorun onlara karşı koyacak gücü yoktur nasıl olsa. İşte Sir Walter Raleigh'in hazırladığı bu panzehir, kafatası tozu içeren meşhur “soylu ilac"ın ta kendisidir.
16. yüzyılda yaşamış ünlü doktor ve kimyagerlerden, aynı zamanda tıbbî reformist olarak bilinen Paracelsus, taze cesetleri çok değerli bulanlardan biriydi. Nitekim meslektaşlarının cesetlere ilgisizliğini, “Hekimler bu kaynağın kıymetini bilselerdi, kimsenin cesedi darağacında 3 günden fazla kalmazdı" diye eleştirmiştir.
Kanda şifa vardır da yağda olmaz mı? Yağlar vücuttan dikkatlice ayrılarak onlardan romatizmal hastalıklara iyi geldiği düşünülen merhemler yapılıyordu. İnsan bedeninin tedavilerde kullanılacak diğer bölümleri ise genellikle küçük parçalara ayrılıp şaraba veya alkole yatırılarak ilaç gibi tüketiliyordu. Peki bu tedavi için kullanılacak cesetler nereden temin ediliyordu? Tabii ki kimsesizlerden, garibanlardan, asılanlardan.
Tarihçilerin bakış açısına göre “yamyamlık çeşitleri" olarak isimlendirilebilecek 3 temel kategori var. Tıbbî yamyamlık da bunlardan biri… Diğeri, “vahşi kabilelerin" bir ritüel olarak insan avlaması. Üçüncüsü ise ilahi dinlerde bile açlıktan ölmemek için ölünün etinin yenmesine izin verilmesi. Ne hikmetse bu yamyamlık tiplerinden sadece ritüel olanı kategorik ırkçı anlatımıyla ve belli bir coğrafyaya hapsedilmiş olarak karşımıza çıkıyor.
Kayıtlara geçmiş yamyamlık olaylarından biri Haçlı seferleri sırasında Antakya’da yaşanandır. Bohemond, bir kaç Türk esirini boğazlattı, herkesin gözü önünde kızarttı. Sonra seyredenlere seslenerek, iştahını tatmin etmek için geldiğini söyledi. (Bazı araştırmacılar bunu ordu içine sızmış Türk casusların gözünü korkutmak için yapıldığını gerçekten de bir müddet sonra Türk komutanlara gelen istihbaratın azaldığını savunuyorlar.) Fakat bir müddet sonra kuşatanlarda açlık şikayetleri başladı. Pierre I’Ermit şu tavsiyede bulunur: “Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesetlerini toplayın. Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur.”Bunun üzerine Fransızlar onun dediğini yaptılar. (Funck Brentano – Les Croisades)
“Bunun üzerine on bin haçlı toplandı. Türk ölülerinin derileri yüzüldü, bağırsakları çıkartıldı. Etleri haşlama ve kebap yapıldı. Adamlarımız bu etleri doyasıya yediler, ama ekmeksiz olarak. Bunu gören zincire vurulmuş Türkler çok korktular, et kokusundan duvarlara dayandılar. Yirmi bin putperest (Türkleri kastediyor) bu manzarayı seyretti; ağlamadık Türk kalmadı! (…) Adamlarımız kendi aralarında konuşuyorlardı: “Şu Türk eti, zeytinyağlı domuz sırtı ve jambondan daha iyidir!” Ortalıkta Türk ölüsü kalmayınca, mezarlıklara varıp Türk ölülerini çıkardılar. Onlardan bir tepe yaptılar. Bağırsaklarını çıkarıp Asi Nehri’ne attılar; etlerin derilerini asıp rüzgarda kuruttular!”
Haçlılar Antakya’dan sonra Maarratu’n-Numan (Maara) şehrini kuşattı. Keşiş Robert Maarra yamyamlığı için şunu söylemiştir: “Adamlarımız çatılarda yürüyorlar ve sanki yavruları çalınmış dişi yaban aslanı gibi saldırıp, yiyip, içiyorlardı. Yılların ağırlığı altında ezilmiş ihtiyarları ve küçük çocukları parçalayıp yiyorlardı. Para bulmak için Müslümanların karınlarını deştiler. Kan, akarsular gibi yollardan aktı, her yerde cesetler vardı.” Aix Başpiskoposu da: “Adamlarımız ölülerini yiyerek dahi Müslümanlar ve Türklerle savaşmış oldular.” diyerek memnuniyetini dile getirmiştir.
Raoul de Cean şöyle der: “Bizim Fransızlar, Maarra’da esir alınan Müslümanları kazanlarda pişirdiler ve çocuklarını da şişe geçirip kızarttılar.” Brentano’nun nakli de ilginçtir: “Fransızlar Müslüman Arapları ve Türkleri ikiye kesip güya yuttukları altınları arıyorlardı. Diğer bir grup ise Müslümanları parça parça kesip pişiriyordu.”
En büyük şikayet yetişkinlerin etlerinin kızartma için uygun olmaması idi. Tarihçisi Albertus ise: “Adamlarımız Türkleri, hatta köpekleri yiyorlardı” diye not düşmüş. Türkleri yemek değil ama köpekleri yemek pek soylu kabul edilmemiş anlaşılan.
Ekim 1972 de, Uruguay’ın Old Christians isimli rugby takımını taşıyan uçak And Dağları üzerinden geçerken daha sonra Gözyaşları Buzulu olarak anılacak zirveye çarparak düştü. Yolculardan 18’i kazaya bağlı olarak hayatını kaybetti, 8 kişi ise iki hafta sonra çığ altında kalarak can verdi. 3 kişi de sonradan açlık ve soğuktan öldü. Fakat 16 kişi 2,5 aylık yaşam mücadelesini kazanarak hayatta kaldılar. Hiç bir bitkinin ve hayvanın olmadığı bölgede arkadaşlarının cesetlerini yiyerek.
İlk bir kaç gün uçaktaki ve bavullardaki yiyecek parçaları ile idare ettiler. 11. gün enkazda buldukları bir radyodan hayatlarından umut kesildiğini ve arama çalışmalarının durdurulduğunu öğrenmişlerdi. 60. gün aralarından ikisi bir umutla yola çıktı. Yaklaşık 10 gün sonra birkaç köylüyle karşılaşıp kendilerinin ve diğerlerinin kurtulmasını sağladılar. Yamyamlık olayı halka duyurulmadı. Kazazedeler yanlarında bulunan peynirleri yiyerek hayatta kaldıklarını söyledilerse de bölgeye gelen gazeteciler yenmiş parçalanmış cesetlerin fotoğraflarını yayınladılar. Ölen kişilerin aileleri ise sağ kalanların durumlarını anladıklarını belirterek herhangi bir suçlamada bulunmadılar. Olay 1993 yılında “Yaşamak İçin” ismiyle beyaz perdeye aktarıldı.


Derlemedir.
Akcan Mir





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder